#ABD #Afganistan #Amerika #Asya #Avrupa #Çin #Devletlerarası #Ekonomi #Genel #Güvenlik #Hindistan #IMF #İngiltere #Jeopolitik #Keşmir #Pakistan #Rusya #Siyaset #Tarih #Tema #Toplum

Pakistan’ın Stratejik Labirenti

Pakistan'ın Stratejik Labirenti

Videomuzu Youtube üzerinden incelemek için;

Müslüman ülkelerin askeri, ekonomik ve beşerî güç kapasiteleri üzerine yapılan herhangi bir analiz ve yazıda, Pakistan faslı şüphesiz en önemli noktalardan birini oluşturur. Güney Asya’nın kalbinde yer alan bu ülke, salt istatistiklerle açıklanamayacak kadar derin bir “jeopolitik paradoks” üzerine kuruludur. Bir yanda, kıtalararası balistik füzeleri, gelişmiş nükleer harp başlıkları ve dünyanın en büyük ordularından biriyle bölgesel bir süper güç profili çizen Pakistan; diğer yanda kronikleşmiş siyasi istikrarsızlık, dış güçlere olan derin bağımlılık ve ekonomik iflasın eşiğinde gezinen kırılgan bir devlet yapısı sergilemektedir. Pakistan’ın sahip olduğu muazzam askeri potansiyelin, siyasi ve ekonomik zafiyetler nedeniyle nasıl tam manasıyla bir güce dönüşemediğini ve ülkenin küresel güç oyunlarında nasıl bir sıkışmışlık yaşadığına bir bakalım.

Siyasi Bağımlılık

Pakistan’ın devlet aklını ve güç projeksiyonunu anlamak için öncelikle, kuruluşundan bu yana dış güçlerle kurduğu ve zamanla bir bağımlılık ilişkisine dönüşen stratejik ortaklıklarını irdelemek gerekir. Özellikle Amerika Birleşik Devletleri ve Birleşik Krallık ile olan ilişkiler, İslamabad’ın karar alma mekanizmalarını şekillendiren en temel dış dinamiktir. Bu ilişki biçimi, karşılıklı çıkarlara dayalı bir müttefiklikten ziyade, Pakistan’ın egemenlik haklarını kısıtlayan bir vesayet gölgesine dönüşmüştür.

11 Eylül saldırıları ve ardından gelen süreç, bu bağımlılığın en berrak olduğu dönemdir. Devlet Başkanı Pervez Müşerref dönemi, Pakistan’ın ABD’nin “Teröre Karşı Savaş” doktrininin bir alt yüklenicisi haline geldiği bir kırılma noktasıdır. Washington yönetimi, Pakistan’ı Afganistan operasyonları için bir “hareket noktası” ve “ön cephe” olarak konumlandırmış; Müşerref yönetiminden, kendi sınırları içerisindeki İslami hareketlere ve Cihadi gruplara karşı kapsamlı operasyonlar talep etmiştir. Müşerref’in Amerikalı yetkililerce “hazine” olarak nitelendirilmesi, onun Washington’un direktiflerine gösterdiği istisnai uyumun bir sonucudur. Ancak bu uyum, Pakistan ordusunun Veziristan gibi kabile bölgelerinde kendi halkına namlu çevirmesine ve ordu-millet bütünleşmesinin ağır yaralar almasına neden olmuştur.

ABD’nin bu süreçteki rolü sadece askeri taleplerle sınırlı kalmamış, Pakistan’ın iç siyasi dizaynına da doğrudan müdahil olmuştur. Liderlerin belirlenmesi ve tasfiyesi süreçlerinde “Washington onayı” adeta bir meşruiyet kriteri haline gelmiştir. Yakın tarihte Başbakan İmran Han’ın iktidardan düşürülmesi süreci, bu müdahalenin en somut örneğidir. Han’ın, ordunun hiyerarşisine ve ABD ile olan yerleşik ilişki biçimine aykırı olarak bağımsız bir istihbarat başkanı atama girişimi ve Rusya/Çin eksenine yaklaşan söylemleri, onun sonunu hazırlayan faktörler olmuştur. Han’ın güvensizlik oylamasıyla düşürülmesi ve yerine ABD ile “yapıcı ilişkiler” kurmayı taahhüt eden Şahbaz Şerif’in getirilmesi, dış faktörlerin Pakistan siyasetindeki belirleyiciliğini gözler önüne sermiştir.

Benzer bir etki, Birleşik Krallık üzerinden de okunabilir. Tarihsel bağlarını kullanan Londra, Benazir Butto ve Pakistan Halk Partisi (PPP) üzerindeki nüfuzuyla siyasi denklemlerde yer almıştır. Müşerref’in gücünün zayıfladığı dönemde, ABD ve İngiltere’nin arabuluculuğuyla Butto’nun sürgünden dönüşünün sağlanması ve “iki başlı” bir yönetim modelinin dayatılması, ülkeyi yönetilemez bir kaosa sürükleme potansiyeli taşıyan örneklerindendir.

Devletin Omurgası: Pakistan Ordusu

Pakistan’da “sivil siyaset” ve “askeri bürokrasi” ayrımı, Batılı anlamdaki karşılıklarından çok uzaktır. Ordu, ülkenin sadece savunma gücü değil, aynı zamanda nihai karar verici otoritesidir. Sivil hükümetler sahne önündeki aktörler olsa da senaryo büyük ölçüde Genelkurmay Başkanlığı (GHQ) tarafından yazılmaktadır. Pakistan Genelkurmay Başkanı, fiili olarak ülkenin en güçlü figürüdür. ABD Dışişleri Bakanları veya CENTCOM komutanlarının, kritik bölgesel konularda sivil başbakanı bypass ederek doğrudan Genelkurmay Başkanı ile görüşmesi, uluslararası camianın da bu realiteyi kabul ettiğinin göstergesidir.

Bu siyasi gücün arkasında, şüphesiz muazzam bir askeri kapasite yatmaktadır. Pakistan ordusu, yaklaşık 654.000 daimî ve 550.000 yedek personeliyle İslam dünyasının en disiplinlilerinden birisi ve en kalabalık kara gücünü oluşturur. 13 kolordu yapısına sahip bu güç, niteliksel olarak da ciddi bir modernizasyon sürecinden geçmektedir. Kara kuvvetlerinin zırhlı birlikleri; Çin ile ortak geliştirilen Al-Khalid, Rus menşeli T-80 ve modernize edilmiş Tip-59/El-Zarrar tanklarından oluşan hibrit ama etkili bir envantere dayanır.

Hava Kuvvetleri ise Pakistan’ın stratejik caydırıcılığının bir diğer ayağıdır. Yaşlanan Mirage ve F-7 filoları, yerlerini hızla modern platformlara bırakmaktadır. Amerikan yapımı F-16‘lar, hava savunmasının belkemiğini oluştururken, Çin ile ortak üretilen JF-17 Thunder ile Çin’den aldığı J-10C “Vigorous Dragon” savaş uçakları savunma sanayiindeki bağımsızlaşma ve gelişme adımlarının göstergesidir. Bu uçaklar, Havadan Erken Uyarı ve Kontrol (AEW&C) sistemleriyle desteklenerek, Pakistan hava sahasını “geçilmez” kılmayı hedeflemektedir.

Ancak tüm bu konvansiyonel gücün üzerinde, Pakistan’ı dokunulmaz kılan asıl unsur nükleer programıdır. Hindistan’ın 1974’teki nükleer denemesine “Ot yiyeceğiz ama bombayı yapacağız” kararlılığıyla yanıt veren Pakistan, bugün dünyanın en hızlı gelişen nükleer cephaneliklerinden birine sahiptir. Başlangıçta uranyum zenginleştirmeye dayalı olan program, zamanla daha sofistike, hafif ve füzelere monte edilebilir plütonyum tabanlı başlıklara evrilmiştir. Hatf V (Ghauri) balistik füzeleri ve 700 km menzilli Babür seyir füzeleri, Pakistan’a sadece savunma değil, aynı zamanda stratejik taarruz yeteneği de kazandırmaktadır.

Ne var ki, bu muazzam gücün kullanımı da dış baskılarla şekillenmiştir. Geleneksel olarak Hindistan’ı “varoluşsal tehdit” olarak kodlayan ve “Riposte Doktrini” (ani karşı taarruz) ile hareket eden ordu, 2013 yılı itibarıyla stratejik önceliğini “iç tehditlere” kaydırmak zorunda kalmıştır. ABD’nin baskısıyla ordunun odağının Afganistan sınırına ve terörle mücadeleye çevrilmesi, Hindistan karşısındaki dengenin sarsılmasına yol açmıştır. Buna rağmen ordunun %70’inin hala doğu sınırında (Hindistan cephesi) konuşlu olması, genetik kodlardaki asıl tehdit algısının değişmediğini göstermektedir.

Üç Cepheli Savaş: Hindistan, Afganistan ve Çin

Pakistan’ın dış politika sahası, mayınlı arazilerle çevrilidir. En büyük ve tarihsel rakip Hindistan ile olan ilişkiler, Keşmir sorunu üzerinden kilitlenmiştir. Ancak son yıllarda, özellikle Müşerref döneminden itibaren, ABD’nin “bölgesel istikrar” adı altındaki baskıları sonucu Pakistan, geleneksel Keşmir politikasından tavizler vermiştir. “Statükonun normalleştirilmesi” ve sınırların önemsizleştirilmesi gibi yaklaşımlar, Hindistan’ın elini güçlendirirken, Pakistan’ın bölgedeki iddiasını zayıflatmıştır. Hindistan’ın Su-30MKI gibi modern uçaklar ve T-90 tanklarıyla ordusunu modernize etmesi ve ABD’nin Çin’e karşı Hindistan’ı desteklemesi, aradaki güç makasını Pakistan aleyhine açmaktadır.

Batı sınırında ise Afganistan, Pakistan için hem bir “stratejik derinlik” arayışı hem de bir “beka sorunu”dur. 11 Eylül sonrası ABD işgaline lojistik üs sağlayan Pakistan, bu hamlesiyle kendi sınır bölgelerindeki (Belucistan ve Peştun bölgeleri) sosyal dokuyu tahrip etmiştir. ABD adına yürütülen vekâlet savaşı, Pakistan’ı kendi içinde bir çatışma sarmalına sürüklemiş, sınır ötesinden gelen terör dalgası ülkenin büyük şehirlerini vurmuştur.

Üçüncü ve en güncel cephe ise ekonominin jeopolitiği, yani Çin faktörüdür. Başlangıçta 46 milyar dolar olan ve bugün 60 milyar doları aşan proje, Çin-Pakistan Ekonomik Koridoru (CPEC), İslamabad için tarihi bir fırsat gibi görünse de, büyük riskleri beraberinde getirmektedir. Çin’in Sincan bölgesini Pakistan’ın Gwadar Limanı’na bağlayan bu dev proje, Pekin’e Hint Okyanusu’na doğrudan erişim sağlarken, Pakistan’ı ABD-Çin rekabetinin tam ortasına yerleştirmektedir. ABD, bu projeyi Çin için bir “oyalama” ve Pakistan için bir “borç tuzağı” olarak görürken, Hindistan ve İran ile geliştirdiği alternatif projelerle (Çabahar Limanı) Pakistan’ı çevrelemeye çalışmaktadır. Pakistan, iki küresel devin “Filler Tepişmesi”nde ezilmemek için hassas bir denge gütmek zorundadır.

Ekonomik İflas ve Siyasi Kısır Döngü

Askeri alandaki tüm bu ihtişamın aksine, Pakistan’ın ekonomik ve beşerî tablosu, ülkenin “yumuşak karnı”nı oluşturur. Zengin yeraltı kaynaklarına, verimli tarım arazilerine ve dinamik bir genç nüfusa sahip olmasına rağmen Pakistan, yapısal bir yoksulluk ve dışa bağımlılık içindedir. Ekonomik egemenliğin en büyük göstergesi olan mali bağımsızlık, IMF programlarına ipotek edilmiştir. Seçim meydanlarında “IMF’den borç almaktansa intihar ederim” diyen liderlerin dahi, koltuğa oturduklarında ilk iş olarak Washington’daki IMF binasının yolunu tutmaları, ülkenin ekonomik çaresizliğinin en acı özetidir.

Bu ekonomik kırılganlık, siyasi istikrarsızlıkla birbirini besleyen bir kısır döngü oluşturur. Pakistan siyaseti, liderlerin sürekli yolsuzlukla suçlandığı, yargılandığı, sürgüne gönderildiği ve sonra tekrar “kurtarıcı” olarak geri çağrıldığı bir tiyatro sahnesini andırır. Navaz Şerif’in, Benazir Butto’nun ve son olarak İmran Han’ın siyasi kariyerleri, bu döngünün kurbanlarıdır. Siyasi partilerin (PML-N, PPP, PTI) kurumsallaşamaması ve lider odaklı yapılar olarak kalması, ülkenin beşerî sermayesinin heba olmasına yol açmaktadır. Yolsuzluk, sadece ekonomik bir suç değil, siyasi rakipleri tasfiye etmek için kullanılan stratejik bir silah haline gelmiştir.

Sonuç Olarak Tüm bu analizlerin ışığında Pakistan, İslam dünyası için bir uyarı levhası ve ders örneğidir. Askeri kapasitesi, nükleer caydırıcılığı ve bölgesel nüfuzu ile tartışmasız bir güçtür. Ancak bu güç, “Stratejik Otonomi” ile taçlandırılmadığı sürece kırılgandır.

Pakistan’ın temel sorunu, askeri gücünün yetersizliği değil; bu gücü yönetecek siyasi iradenin vesayet altında olması ve bu gücü finanse edecek ekonominin dışa bağımlı olmasıdır. Ülkenin kaderi, ordunun kışlasına çekilerek siyaseti sivillere bırakması, ekonominin üretim odaklı bir yapıya kavuşması ve dış politikanın Washington veya Pekin’in değil, İslamabad’ın çıkarlarına göre belirlenmesiyle değişecektir. Aksi takdirde Pakistan, nükleer silahlara sahip ancak kendi geleceğine karar veremeyen bir “paradokslar ülkesi” olarak kalmaya devam edecektir. Bu durum, sadece Pakistan halkı için değil, halkları ve toprakları sömürülen, aşağılanan, yönlendirilen tüm İslam coğrafyası için ibret alınması gereken bir örnektir. Bizler batıdan sırt çevirmeyip kendimize ait olan İslam ideolojisinde birleşmeden, sahip olduğumuz her türlü imkân; fikrini, siyasetini takip ettiğimiz batının çıkarlarında olacaktır.