Kabilecilik: Geçmiş ve Günümüz

Hicretin altıncı yılında Allah Resûlü ﷺ, rüyasında hac ibadetini yerine getirdiğini gördü. Peygamberlerin rüyaları vahiydir, bu yüzden bu rüyayı sahabeyle paylaştı.
Özellikle Muhacirler arasında büyük bir heyecan dalgası yayıldı. Yıllar süren sürgünden sonra nihayet Mekke’ye döneceklerdi. 1400 sahabe, Allah Resûlü ﷺ ile birlikte umre yapmak umuduyla hazırlandı.
Ancak herkes aynı sevinci paylaşmıyordu. Medine’deki münafıklar ise olası bir felaketi dört gözle bekliyordu. Müslümanlar, teknik olarak hâlâ Kureyş ile savaş hâlindeydi. Bedir, Uhud ve Hendek savaşları hâlâ hafızalardaydı. Silahsız, ihramlı, kurbanlık hayvanlarla birlikte yavaş ilerleyen bir topluluk olarak Mekke’ye gitmek, münafıkların gözünde kesin bir kıyım demekti. Onlara göre bu, Müslümanlardan kurtulmak için iyi bir fırsattı.
Resûlullah’ın ﷺ yolculuğu Kureyş’e ulaştığında büyük bir panik başladı. Bir yandan kendilerini Kâbe’nin hizmetkârları, tüm Araplara açık olan kutsal ibadetlerin koruyucuları olarak görüyorlardı. Öte yandan, Muhammed ﷺ ile savaş hâlindeydiler. Onun Mekke’ye girişine izin vermek zayıflık olarak algılanacaktı. Ancak onu engellemek de köklü gelenekleri çiğnemek ve diğer kabileler nezdinde itibar kaybı anlamına gelecekti. Siyasi bir çıkmazın içindeydiler.
Allah Resûlü ﷺ ve sahabeler, ihramlı bir şekilde Mekke’ye doğru ilerlemeye devam etti. Kureyş, karşılarına çıkmak üzere Halid bin Velid’i bir süvari birliğiyle gönderdi; fakat Peygamber ﷺ çatışmadan kaçınmak için başka bir yol izledi. Hatta Kureyş, hacılar arasına suikastçılar bile sızdırmaya çalıştı, ancak bu plan da başarısız oldu.
Sonunda Müslümanlar Hudeybiye’de kamp kurdu. Ne olacağı belli değildi.
Kureyş, itibarını koruyabilmek için dört elçi gönderdi: Huleys, Urve bin Mesud, Mikraz ve en son olarak Süheyl bin Amr.
Burada dikkatleri Urve bin Mesud’a çevirelim.
Taif’in soylu bir adamı ve reisiydi. Arabistan’ın ikinci en etkili şehri olan Taif’te güçlü, saygı duyulan ve siyasi açıdan zeki bir kişiydi. Aynı zamanda Kureyş’le yakın ittifak içindeydi.
Müslümanların kampına girdiğinde çarpıcı bir manzarayla karşılaştı: Her kesimden insanlardan oluşan 1400 kişilik bir topluluk. Arap ve Arap olmayan, siyah ve beyaz, köle ve hür, zengin ve fakir, eğitimli ve eğitimsiz. Ona göre dağınık bir topluluktu. Alaycı bir şekilde, bu kişilerin Kureyş’in gücüne meydan okuyamayacaklarını söyledi. Belki—sadece belki—bir lütuf olarak Mekke’ye girmelerine izin verilebilirdi ama hak olarak asla. Hatta Allah Resûlü’ne ﷺ, bu insanların ilk zorlukta onu terk edeceğini söyleyerek alay etti.
Müslümanlardan tepki anında ve sert oldu. Kalabalığın içinden Ebubekir (ra), ağır ve aşağılayıcı bir sözle karşılık verdi—Urve’nin şerefli bir adamdan duymayı beklemeyeceği bir dildi bu. Şaşırdı ve bu sözleri söyleyenin kim olduğunu sordu. Kendisine Ebubekir olduğu söylendiğinde sarsıldı. Onu şahsen tanıyordu ve hatta ona borcu vardı. Şaşkınlık içinde, borcunu bu hakaret karşılığında sildi.
Otoritesini göstermek isteyen Urve, Resûlullah’ın ﷺ sakalına uzanarak Araplarda geleneksel bir üstünlük jesti yapmak istedi. Ancak her seferinde, Allah Resûlü’nün ﷺ yanında duran muhafız, elini kılıcının düz tarafıyla geri itti. Birkaç denemeden sonra muhafız, Urve’yi tekrar denerse elini keseceği konusunda uyardı. Bu küstahlığa öfkelenen Urve, bu kişinin kim olduğunu sordu. Peygamber ﷺ nazikçe şöyle cevap verdi: “Bu, senin yeğenindir.” Bu kişi, Urve’nin kardeşinin oğluydu—artık bir Müslümandı.
Görüşmeler başarısız oldu. Fakat Kureyş’e döndüğünde Urve olağanüstü bir rapor verdi:
“Ey kavmim! Vallahi, ben hükümdarlar gördüm—Kayser’i, Kisra’yı ve Habeş hükümdarını—ama hiçbir liderin, Muhammed’in kendi arkadaşları tarafından sevildiği ve sayıldığı kadar sevilip sayıldığını görmedim. O tükürdüğünde, tükürüğünü yakalayıp yüzlerine sürüyorlar. Emrettiğinde hemen itaat ediyorlar. Abdest aldığında, kullandığı suyu kapmak için yarışıyorlar. Yanında seslerini alçaltıyor, ona doğrudan bakmıyorlar; saygılarından ötürü.”
Bu hikâye genellikle Allah Resûlü’nün ﷺ büyüklüğüne ve sahabenin ona olan sevgisine dair bir delil olarak anlatılır. Ve bu doğrudur.
Ama bundan daha derin bir anlam var.
Urve neden sahabenin Peygamber’i ﷺ baskı altında bırakacağını düşündü?
Çünkü Urve sadece kabileci zihniyeti biliyordu. Onun ve o dönemin Araplarının gözünde kabile her şeydi. Kimlik, koruma ve destek kaynağıydı. Bir kabilenin diğerini yok edebildiği bir dünyada, kabile yaşamanın tek yoluydu. İnsanlar, kabilesi haklı ya da haksız olsun onun için savaşıp ölürdü.
Urve, kan bağına üstün gelen bir bağın varlığını kavrayamadı.
O, sahabenin İslam’la birbirine bağlandığını göremedi. Irk, soy, dil, mal ve makamı aşan bir bağ. Akide ve takva temelinde kurulan bir bağ. İşte bu, ilk Müslüman topluluğu güçlü kılan unsurdu. Urve sonucu gördü ama sebebi anlayamadı.
Bugün birçok Müslüman da bu bağı anlayamıyor.
Batı’da her cuma, farklı geçmişlerden Müslümanlarla omuz omuza saf tuttuğumuzda bu bağın bir yansımasını hissediyoruz. Hacda ise bu daha da derin bir şekilde yaşanır: Her etnik grup, her millet ve sosyal sınıftan insan birlikte ibadet eder.
Ama buna rağmen, bugün birçok Müslüman İslam bağına değil, modern kabileye—ulus devlete—sımsıkı sarılıyor.
Allah Resûlü ﷺ bunu açıkça yasakladı: “Asabiyete (kabilecilik) çağıran bizden değildir. Onun için savaşan bizden değildir. Onun için ölen bizden değildir.” (Ebu Davud)
Peki bugün ne görüyoruz?
Bayraklar sallıyor, marşlar söylüyor, savaşlar yapıyor, ölüyoruz—İslam için değil, milliyetçilik için. Kolonyalistler tarafından çizilmiş keyfi sınırlarla gururlanıyoruz. Bu bize ne kazandırdı?
Gazze’ye bakın. İki milyar Müslüman var ama bir şişe su bile ulaşamıyor. Neden? Çünkü onlar “Filistinli”—ne Mısırlı, ne Suudi, ne Türk. Sınırlar, bayraklar ve “milli çıkarlar” bizi bölüyor.
İran füze atıyor—İslam için değil, kendi milli çıkarı için. Filistin için 20 ay hiçbir şey yapmadı ama Suriye’ye stratejik çıkarları için müdahale etti. Türkiye, Azerbaycan, Suudi Arabistan, BAE—her biri ümmetin önüne kendi siyasi veya ekonomik çıkarlarını koyuyor. Mısır ise Refah Kapısı’nı kapalı tutuyor. Pakistan ise Uygur soykırımı karşısında suskun.
Herkes millî çıkarına göre hareket ediyor.
Ama millî çıkar Gazze’yi kurtarmaz, Keşmir’i özgürleştirmez, Arakanlıları korumaz, Sudan’ı kurtarmaz. Ekonomik krizlerimizi de çözmez. Kalplerimizi de birleştirmez.
İslam bağına dönmeliyiz—ümmete. Milliyetçilik, sömürgeciler tarafından enjekte edilen bir zehirdir ve halefleri tarafından sürdürülmektedir. Allah Resûlü ﷺ asabiyet hakkında şöyle dedi: “Bırakın onu; o kokuşmuştur.”
Kum üzerine çizilmiş bir çizgi yüzünden insanların açlıktan ölmesini seyretmekten daha kokuşmuş ne olabilir?
Urve bin Mesud’a geri dönelim.
Hudeybiye’den iki yıl sonra, Mekke’nin fethinden sonra Urve tekrar Peygamber’le ﷺ buluştu. O gün Hudeybiye’de gerçeği fark ettiğini söyledi. İslam’ı kabul etti ve Taif halkını da İslam’a davet edeceğine söz verdi.
Fakat döndüğünde, kavmi onu alaya aldı ve dövdü. Yılmadı. Ertesi sabah sabah namazında evinin damına çıkarak ezan okudu. Oklar üzerine yağdı. Ölümcül şekilde yaralandığında kavmine “intikam almayın”—kabilecilik adına değil, dedi. Çünkü İslam bunu ortadan kaldırmaya gelmişti.
Bu ilkeye tutunarak vefat etti.
Allah Resûlü ﷺ onun için üzüldü. Onun hakkında şöyle dedi: “Urve, Yasin Suresi’ndeki şu adam gibidir; halkına hakikati haykırmış ve şehit olmuştur”:
قِيلَ ٱدْخُلِ ٱلْجَنَّةَ ۖ قَالَ يَـٰلَيْتَ قَوْمِى يَعْلَمُونَ
“Ona denildi ki: ‘Cennete gir!’ O da şöyle dedi: ‘Keşke kavmim bilseydi!’” (Yâsîn: 26)
Bugün, milliyetçiliğin ötesine geçmeliyiz. Milliyetçilik, seküler bir krizin ürünü olan Batılı bir kavramdır; vahye değil, sömürge düzenine dayanır. Onların çıkarlarına hizmet eder, bizimkine değil.
Tek bir Kitap, tek bir Sünnet, tek bir yönetim altında tek bir Ümmet olalım. Ancak o zaman İslam’ın hak ve adaleti yeryüzüne taşıma misyonunu gerçekleştirebiliriz.