Aksa Tufanı ve Üstünlük Yanılsamasının Çöküşü

Yahudi yazarlardan biri, 7 Ekim’deki Hamas saldırısının ardından, (İsrail’in) askeri üstünlük teorisinin tamamen çöktüğünü ve Yahudi liderlerin onlarca yıl boyunca yaydığı tüm güç kavramlarının iflas ettiğini söylüyor.
Bu, son Gazze savaşında ABD Savunma Bakanı Lloyd Austin’in, taktiksel kazanımlara rağmen Yahudi varlığının stratejik olarak yenildiğini ifade etmesiyle ve 2006’daki Lübnan savaşında Yahudi Dışişleri Bakanı Tzipi Livni’nin, düşman saflarındaki inanç ve akidenin, teknolojik üstünlüklerini geçersiz kıldığını belirtmesiyle örtüşüyor.
Zira akide, ne kadar büyük olursa olsun hiçbir beşerî ve maddi güçle kıyaslanamayacak yüce bir kudrettir. Bu, hayalleri okşayan bir kuruntu ya da yıkım, ölüm ve soykırım karşısında duygularla oynayan bir söz değil; aksine, yüce bir Rabbe olan iman ve O’nun yolunda verilen bir fedakârlıktır.
Allah Teâlâ şöyle buyurmuştur:
“Nice az topluluk, Allah’ın izniyle çok topluluğa galip gelmiştir. Allah sabredenlerle beraberdir.”
(Tefsir: Bakara 249)
Tarih, bizlere Müslümanların savaşlarını anlatır; bunlardan biri de üç bin kişilik Müslüman ordusunun iki yüz bin kişilik düşman ordusuna karşı savaştığı Mute Savaşı’dır. O zamanlar Abdullah b. Revaha (radıyallahu anh) şöyle demiştir:
“Ey kavmim! Vallahi sizin hoşlanmadığınız şey, zaten çıkıp aradığınız şeydir: Şehadet! Biz insanlarla ne sayıca ne güççe ne de kalabalıkla savaşırız; biz onlarla Allah’ın bizi üstün kıldığı bu din ile savaşırız.”
Küfür orduları sayı ve donanım bakımından Müslümanlardan üstündü; fakat Müslümanlar Allah’ın vaadine olan güvenleriyle savaştılar. Bu dinin kıyamete kadar Allah tarafından korunacağına iman ettiler. Allah şöyle buyurmuştur:
“Hiç şüphesiz, zikri (Kur’an’ı) Biz indirdik ve onun koruyucusu da Biziz.”
(Hicr 9)
Bu ümmete düşen şerefli görev, kıyamete dek Allah’ın emrine göre hareket eden, dini taşıyan ve bir nesilden diğerine aktaran ümmet olmaktır.
İnanan topluluklar ellerinden geleni yaptı, sebeplere sarıldı ve yıllarca süren ağır abluka altında, devletlerin başaramadığını basit araçlarla başardı. Bu hazırlık küfrü korkuttu; düşman, Yahudi varlığının yok olma ihtimalini görünce güçlerini topladı. Onların önde gelenleri, bu yapay varlığın uçurumun kenarında olduğunu kabul etti.
Müslümanlar ise geçmişte, günümüzde ve gelecekte birçok pratik tecrübeyle ispatlandığı üzere kayıplara dayanabilme gücüne sahiptir. Bu, kader ve kazaya iman anlayışından kaynaklanmaktadır. Onlar, sabır, tahammül ve sebat açısından büyük bir hazneye sahiptir. Silah ya da maddi imkanlar yetersiz olsa bile, ecel anlayışıyla ölüm korkusunu aşarlar.
Allah şöyle buyurur:
“Nerede olursanız olun, isterse yüksekçe yapılmış kalelerde bulunun, ölüm size ulaşır.”
(Nisa 78)
Ayrıca savaşta öldürülmek Müslüman için bir son değil, ebedi bir hayatın başlangıcıdır. Bu hayatın kazanılması, gerçek kazanımdır; kaybı ise –Allah korusun– asıl kayıptır. Bu inançlar, Müslümanlarda mevcuttur ama düşmanlarında yoktur. Düşman, günümüzde askeri güç ve teknoloji bakımından üstün olsa da, akidevi güce sahip değildir.
Batı kâfiri ve Yahudi varlığı, kendilerinde eksik olan bu “savaş akidesinin” önemini sıkça vurguluyor. Halklarına bu eksikliği telafi edecek sahte inanç sistemleri geliştirmeye çalışıyorlar. Bu sistemler, toprak, milliyetçilik ve diğer batıl düşüncelere dayanıyor. Oysa İslam ümmeti, gökyüzüne bağlanan cihadi bir akideye ve savaş ruhuna sahiptir. Bu nedenle onların savaş akideleri zayıf, dağınık ve çözülmüş; dolayısıyla içten çökmüş, savaşmaya ikna olmayan, sadece emirle cepheye sürülen bir askerin psikolojisini yansıtmaktadır.
Sonuç olarak: Herhangi bir ümmetin sahip olabileceği en büyük güç, akide gücü ve hak üzere oluşudur. Hak, ümmetin kişiliğini yüksek bir sadakatle inşa eder. Önce Rabbine olan doğruluğuyla, ardından da savaş meydanlarındaki üstünlüğüyle yükselir. Ölümde şehadet görür –ki bu ne yüce bir mertebedir–, zaferde izzet, hâkimiyet, fetih ve Allah katından ödül bulur.
İlahi bir mesaj taşıyan bu ümmetin erkeklerinin kalbi bu inançla doludur. Onlardan biri olan Rabî b. Âmir, altın değerinde şu sözleri söylemiştir:
“Allah bizi, kulları kulluktan Allah’a kulluğa çıkarmak, dünyanın darlığından onun genişliğine ulaştırmak, dinlerin zulmünden İslam’ın adaletine eriştirmek için gönderdi. O’nun diniyle halkı çağırmak üzere geldik. Kim bu daveti kabul ederse, biz de onu kabul eder ve geri döneriz. Kim reddederse, Allah’ın vaadine ulaşıncaya kadar onunla savaşırız.”
Kendisine, “Allah’ın vaadi nedir?” diye sorulduğunda şöyle cevap verdi:
“Kim bu savaşta ölürse cenneti kazanır, kim sağ kalırsa zaferi elde eder.”