Aç Bırakma Politikası

Birleşmiş Milletler, İsrail’in Mart ayında ateşkes anlaşmasını aniden sonlandırıp abluka uygulaması sonrası Gazze’yi “dünyanın en aç yeri” olarak nitelendiriyor. Gazze’de açlık çeken çocukların ve yiyecek alabilmek için uzun kuyruklarda bekleyen çaresiz Gazzelilerin görüntüleri tüm dünyaya yayılmaya devam ediyor. İsrail’in 20 aydan fazla süren hava saldırıları sırasında, fırınlar, değirmenler ve gıda depoları gibi yiyecek altyapısı büyük ölçüde yok edildi ve temel ihtiyaç malzemelerinde yaygın bir kıtlık yaşanıyor. Birleşmiş Milletler uzmanlarından oluşan bir grup, Temmuz 2024 itibarıyla İsrail’in “hedefli aç bırakma kampanyasının” tüm Gazze Şeridi’ne yayıldığını ve bu durumun çocuk ölümlerine yol açtığını bildirdi.
Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Yüksek Komiseri Volker Türk, Mart 2024’te İsrail’i insani yardımların girişine yönelik kısıtlamaları nedeniyle savaş suçu işlemekle suçladı. Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM), 21 Kasım 2024’te İsrail Başbakanı Benjamin Netanyahu ve eski Savunma Bakanı Yoav Gallant hakkında “savaşta aç bırakma yöntemiyle savaş suçu” nedeniyle “makul şüphe” gerekçesiyle tutuklama emri çıkardı. Aç bırakma taktiği, eski çağlardan beri savaş stratejisi olarak kullanılmış olsa da, Filistin’den gelen şok edici görüntülere rağmen uluslararası hukukta henüz hukuki anlamda tam sınanmış değildir.
Tarih boyunca açlık, halkları boyun eğdirmek, muhalefeti cezalandırmak ve kontrol sağlamak için yaygın bir siyasi araç olarak kullanıldı. Fiziksel silahlar kadar eski ve etkili bir silahtır. Stalin dönemi Ukrayna’sında kitlesel açlık üç milyondan fazla insanın ölümüne neden oldu. 1845 Büyük İrlanda Kıtlığı, İngiliz İmparatorluğu’nun uygulamalarıyla şiddetlendi. Moğollar ve Romalılar, kuşatma taktiklerinin bir parçası olarak düzenli şekilde aç bırakmayı kullandı. Aç bırakma, kentsel savaşları önleyerek saldırganın kendi kayıplarını en aza indirmesine olanak veren bir kuşatma stratejisidir. Amaç, kuşatılmış savaşçıları veya halkı, düzenli tedarik olmadan savaşmaya devam edemeyecekleri ya da bir bölgeyi elinde tutamayacakları için teslim olmaya zorlamaktır.
Modern Aç Bırakma
2023 yılı 7 Ekim olaylarının hemen ardından İsrailli yetkililer, Gazze’deki sivilleri yiyecek, su ve yakıttan mahrum bırakma niyetlerini açıkça dile getirdiler. O dönemin İsrail Savunma Bakanı Yoav Gallant, “Gazze Şeridi’ne tam bir kuşatma” emri verdi ve “Elektrik olmayacak, yiyecek olmayacak, yakıt olmayacak, her şey kapalı” dedi. Dönemin Enerji Bakanı Israel Katz, 16 Ekim 2023’te ablukayı gevşetmeye karşı olduğunu söyledi. Ulusal Güvenlik Bakanı Itamar Ben-Gvir ise 17 Ekim 2023’te, Hamas elinde rehineler bulunduğu sürece Gazze’ye hiçbir yardımın girmemesi gerektiğini belirtti.
On binlerce sivilin doğrudan saldırılarla hayatını kaybettiği savaşın ortasında, Gazze üzerindeki süregelen İsrail ablukası uzun süre dünya medyasında yeterince yer bulmadı. Ancak yetersiz beslenmiş çocuklara ve açlıktan ölen bebeklere dair görüntülerin yayılması, İsrail’in kendini savunma hakkına sahip olduğunu savunmaya devam eden bazı Batılı liderleri bu politikayı eleştirmek zorunda bıraktı.
Savaşın ilk üç ayında uygulanan kuşatma ve yardım engellemeleri, kıtlık riski için zemin hazırladı. Sonrasında İsrail, Gazze’nin kuzeyinde mahrumiyeti daha da artırdı; güvenlik tehditleri ve İsrail’in politikaları kuzeyi neredeyse tamamen dış dünyadan izole etti. Bu süreçten sonra, uluslararası ve özellikle ABD’nin baskıları arttıkça İsrail’in tutumunda bazı değişiklikler gözlendi. Yapılan bazı tavizler, genel kıtlık durumunun hemen başlamasını erteledi, ancak bu iyileşmeler kısa süreli oldu.
Mayıs 2024’te İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF), Refah’a büyük bir saldırı başlattı ve yaz boyunca sözde “insani bölgelerde” tahliyeler emretti. Bu durum kitlesel yerinden edilmeye ve büyük çaplı insani çöküşe yol açtı, kıtlık eşiğine doğru itilen bir süreci hızlandırdı.
2025 Mart ayında, üç aylık bir ateşkesten sonra İsrail, Gazze’ye tam bir abluka uyguladı; yardım, enerji ve diğer kaynaklar tamamen kesildi. Bu durum, bölgeyi açlık noktasına sürükledi. Dünya kamuoyunun tepkilerinin artması —Fransa, Kanada ve Birleşik Krallık liderlerinden gelen eleştiriler dahil— İsrail’i bazı yardımlara izin vermeye zorladı. İsrailli yetkililer, Gazze’ye “asgari düzeyde” yardım girişine izin vermenin, İsrail’in “dostlarının” Filistin topraklarını “yok etme” hedefini sürdürmesine destek vermeye devam etmesini sağlayacağını itiraf ettiler.
Yerleşimci Sömürgeciliği
İsrail, bir yerleşimci sömürgecilik projesi olarak, kuruluşundan bu yana yerli Filistinlilerin sürülmesini kendi varlığını sürdürmenin bir çözümü olarak görmüştür. Siyonistler, istemedikleri geniş bir nüfusla karşılaştıklarında, kontrol ve iktidarı elinde tutmak için apartheid (ırk ayrımı) sistemine başvurmuştur. Batı Şeria’da İsrail, Filistinlilerin topraklarını gasbetmek için yerleşim yerlerini kullanırken, Gazze’de yaklaşım çok daha doğrudan olmuştur.
Gazze, 1948 yılında yerinden edilen Filistinlilerin sığındığı bir bölge haline geldi ve 1948’den 1967 savaşına kadar Mısır idaresi altında kaldı. 1967’de İsrail’in Gazze’yi işgal etmesiyle birlikte onlarca yıl sürecek askeri işgal başladı. 1990’larda imzalanan Oslo Anlaşmaları, Gazze dahil bazı bölgelerde sınırlı yetkilere sahip Filistin Yönetimi’ni (PA) kurdu. Bu yönetim ilk başta Fetih tarafından yürütülüyordu, ta ki 2006’daki seçimlerde Hamas’ın zaferine kadar.
İsrail, 2005 yılında Gazze’deki yerleşimlerini boşalttı ve ordusunu Gazze sınırına konuşlandırdı. Ancak o zamandan beri Gazze üzerinde acımasız bir kontrol sürdürdü: giriş-çıkışlar, hava sahası, su, elektrik ve hatta Gazze halkının alabileceği kalori miktarı dahi İsrail’in denetimi altındaydı. İnsan hakları kuruluşları uzun süredir Gazze’yi dünyanın en yoğun nüfuslu açık hava hapishanesi olarak tanımlıyor; birçok kişi ise burayı bir toplama kampı olarak nitelendiriyor.
7 Ekim sonrasında İsrail Gazze’ye yönelik saldırılarını yoğunlaştırdı. Uzun zamandır İsrail’in “Generaller Planı”nı uyguladığına dair iddialar vardı. Bu plan, “aç bırak ve teslim al” planı olarak da biliniyor. Ekim 2024’ün sonlarına doğru İsrail, Gazze’nin kuzeyinde kalan herkesin Hamas üyesi sayılacağını ve öldürülmeye hedef olacağını duyurdu. İsrail, kuşatmayı sıkılaştırdı ve yardımları kesti; bu da kalan nüfusun kaçmaya zorlanması, Gazze’nin yaşanamaz hale getirilmesi anlamına geliyordu. “Generaller Planı” açıkça soykırım niteliği taşıyor ve bölge halkının etnik temizliği bir süredir sistematik şekilde uygulanıyor.
Gazze Adlı Hapishane
İsrail’in Gazze’ye giren yardımları hedef almasının sebeplerinden biri, Gazze’nin hayatta kalmak için dış yardımlara büyük ölçüde bağımlı olmasıdır. İsrail’in 2005’ten bu yana Gazze üzerindeki acımasız kontrolü —bölgeyi bir toplama kampı gibi yönetmesi ve 7 Ekim’den çok daha önce başlayan ekonomik ablukayı sürdürmesi— kendi kendine işleyemeyen bir ekonomi yaratmıştır.
Gazze’nin 2,2 milyonluk nüfusunun %80’inden fazlası; gıda, tıbbi malzeme, yakıt ve su ile elektrik gibi temel hizmetleri kapsayan uluslararası yardımlara bağımlıydı. Bu yardımlar, Birleşmiş Milletler Filistinli Mültecilere Yardım Ajansı (UNRWA), Dünya Gıda Programı (WFP), Sınır Tanımayan Doktorlar (Médecins Sans Frontières – MSF) ve Kızılay gibi sivil toplum kuruluşları tarafından sağlanıyordu.
Bu yardımların Gazze’ye ulaşmasında ana geçiş noktası Kerem Şalom Sınır Kapısıydı. İnsani yardım, ticari mal ve yakıtın geçtiği bu kapı İsrail’in kontrolü altındaydı ve çok sıkı güvenlik denetimlerine tabi tutuluyordu. Bir diğer geçiş noktası olan Refah Sınır Kapısı ise Mısır’ın denetimindeydi ve İsrail ile koordinasyon içinde çalışıyordu. Bu kapı çoğunlukla tıbbi tahliyeler ve yardım malzemeleri için kullanılıyordu; ancak Mısır bu kapıyı yalnızca dönemsel olarak ve genellikle siyasi koşullara bağlı olarak açıyordu.
Ayrıca Erez Sınır Kapısı da bulunmaktaydı. Bu geçiş noktası esas olarak insanlar (örneğin tıbbi hastalar) için kullanılıyordu ve zaman zaman insani yardım geçişine de izin veriliyordu. Bu kapı da İsrail’in kontrolündeydi.
Yardım Siyaseti
İsrail, 7 Ekim’den çok önce de Gazze’de yaşayanların yaşamı üzerinde sıkı bir denetime sahipti ve bu kontrolü, 7 Ekim sonrasında Gazze’yi baskı altına almak ve aç bırakmak için bir silah olarak kullandı. Uygulanan kuşatma, gıda, yakıt ve su tedarikini kesti. İsrail, su altyapısından hastanelere ve fırınlara kadar Gazze’nin temel altyapısını hedef aldı. Bununla birlikte, İsrail yardım teslimatlarını da kendi kontrolü altına almak amacıyla yoğun bir kampanya yürüttü.
UNRWA (Birleşmiş Milletler Filistinli Mültecilere Yardım Ajansı) ile ilgili olarak İsrail, bazı çalışanlarının 7 Ekim saldırılarına karıştığını iddia etti. Birleşmiş Milletler bu iddialar üzerine bir iç soruşturma başlattı ve soruşturma daha başlamadan önce 12 çalışandan 9’u görevden alındı. Başlıca bağışçı ülkeler UNRWA’ya yaptıkları yardımları askıya aldı ya da durdurdu. BM Genel Sekreteri António Guterres, Fransa’nın eski dışişleri bakanı Catherine Colonna liderliğinde bağımsız bir soruşturma başlattı. Nisan 2024’te yayımlanan rapor, UNRWA ile Hamas arasında sistematik bir ilişki bulunmadığını ortaya koydu. İsrail, iddialarını destekleyecek herhangi bir kanıt sunmadı ve bugün bile UNRWA’nın finansmanı, suçlamalar öncesindeki seviyelere ulaşamadı.
Kötü niyetli bu iddialardan önce bile İsrail, UNRWA’ya ait birçok tesise —okullar, barınaklar ve dağıtım merkezleri dahil— hava saldırıları düzenlemişti. Bugüne kadar 180 UNRWA çalışanı öldürüldü. Bu, herhangi bir BM kurumu için tek bir çatışmada kaydedilen en yüksek can kaybıdır.
Benzer durumlar diğer insani yardım kuruluşları için de yaşandı. Nisan 2024’te İsrail, World Central Kitchen (WCK) adlı kuruluşun 7 yardım çalışanını öldürdü. Bu konvoy açıkça işaretlenmişti ve İsrail yetkilileriyle koordineli olarak hareket ediyordu. Kızılhaç (ICRC) personeli, klinikleri ve yardım konvoyları da düzenli olarak İsrail Savunma Kuvvetleri (IDF) tarafından hedef alındı. Sınır Tanımayan Doktorlar (MSF) ise İsrail’i uluslararası insancıl hukuku sistematik şekilde ihlal etmekle suçladı; hastaneleri hedef alındı, kurum personeli sürekli tahliye edilmek zorunda bırakıldı ve birçok tıbbi faaliyet askıya alındı.
Batı’nın Gözde Taktiği
Yirminci yüzyılda milyonlarca sivil, kuşatma ve aç bırakma stratejileri nedeniyle hayatını kaybetmiş olmasına rağmen, aç bırakmanın savaş suçu olarak ele alınması şaşırtıcı biçimde oldukça yenidir. İki dünya savaşının ardından diğer savaş suçları uluslararası hukuka dahil edilirken, sivilleri aç bırakma bir savaş yöntemi olarak ancak 1977 yılında açıkça yasaklanmıştır. Ancak bu açık yasağa rağmen, bu suça yönelik cezai kovuşturmalar son derece nadirdir. İkinci Dünya Savaşı sonrasında kurulan uluslararası ceza mahkemelerinin çoğu —örneğin 1990’larda Eski Yugoslavya’daki savaş suçları için kurulan mahkeme— aç bırakmayı kurucu yasalarında bir suç olarak belirtmemiştir.
Bunun sebebi, açlık ablukalarının Batı’nın stratejik düşüncesinin ayrılmaz bir parçası olmasıdır; zira birçok Batılı yetkili, küresel düzenin korunması için bu yöntemi gerekli görmüştür. Birinci Dünya Savaşı sırasında, hem Almanya hem de Birleşik Krallık’taki ablukacı planlamacılar, düşman sivillere gıda girişini engellemenin zorunlu olduğuna inanıyorlardı. İkinci Dünya Savaşı’nda ise hem Müttefikler hem de Mihver devletleri, amaçlarının düşman sivilleri öldürmek olduğunu açıkça kabul ediyordu. ABD, Japonya’ya karşı yürüttüğü “topyekûn savaş” kapsamında “Açlık Operasyonu” (Operation Starvation) adı altında denizaltı ve hava yoluyla gıda ve ham madde girişini kesen bir abluka başlattı.
Batı’nın aç bırakmayı stratejik olarak benimsemesi, Hitler’in 1945’teki yenilgisinden sonra da uzun süre devam etti ve bu taktik, savaş sonrası oluşturulan uluslararası hukuk sisteminde neredeyse hiç yer bulmadı. 1948 Soykırım Sözleşmesi ya da İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi, sivillerin kasten aç bırakılmasını açıkça ele almamıştır.
1949’da Cenevre’de savaş mağdurlarını korumaya yönelik sözleşmeler hazırlanırken, birçok ülke silahlı çatışmalarda daha güçlü insani güvenceler getirmek istedi. Ancak ABD ve Birleşik Krallık, ablukalarını sürdürme yetkilerinden ödün vermemekte kararlıydı ve deniz ve hava gücünü sınırlayacak herhangi bir hükme karşı çıktılar.
1949 sonrasında, devletler artık sivilleri kasten aç bırakmayı meşru bir savaş taktiği olarak açıkça savunamaz hale geldiler. Ancak, kasıtlı olmayan sivil ölümlerinin, bazı koşullar altında yasal kabul edilebileceği yönünde önemli boşluklar yaratıldı. ABD, Vietnam Savaşı’nda, komünist gerillaların saklandığı bölgelerdeki mahsulleri sistematik olarak yok ederek büyük ölçekli aç bırakma taktikleri uyguladı.
Ancak 1970’lere gelindiğinde, Afrika, Orta Doğu ve diğer bölgelerdeki yeni bağımsız ülkeler, eski sömürge efendilerinden bizzat deneyimledikleri bu tür savaş yöntemlerine karşı çıkarak, aç bırakma taktiklerinin daha fazla damgalanması için yeni bir girişim başlattılar. 1977’de Cenevre Sözleşmeleri’ne eklenen iki yeni protokolün hazırlanması sürecinde, bu ülkeler ayrım gözetmeyen bombardımanlar, mahsul yok etme ve aç bırakmaya karşı güçlü kurallar talep etti. Sonuç olarak, yeni uluslararası hukuk yapısı, devletler arası savaşlarda ve işgaller sırasında aç bırakma taktiklerini sınırladı, ancak özellikle yoksul devletlerin iç savaşlarda isyancı gruplara karşı bu yöntemi kullanmasına karşı net bir yasak getirmekten geri durdu.
Bu durum ciddi sonuçlar doğurdu. Devletsiz ya da dışlanmış azınlıklar, düşman hükümetlerin yol açtığı kıtlık benzeri ablukalara karşı savunmasız kaldı. Roma Statüsü, aç bırakmayı savaş suçu olarak tanımlasa da, bu tanım başlangıçta sadece devletler arası silahlı çatışmalar için geçerliydi. Aç bırakmanın bir iç savaşta suç olarak tanınması ise ancak 2019’da, Almanya dahil bazı ülkelerin desteğiyle gerçekleşti.
İsrail’in aç bırakmayı bir taktik olarak kullanması ve İsrailli yetkililerin bunu gerekçelendirmesi, uluslararası hukuk açısından büyük bir sınav haline geldi. 1998 tarihli Roma Statüsü, sivilleri kasten aç bırakmayı —örneğin insani yardımı kasıtlı olarak engellemeyi— savaş suçu olarak tanımlar. İsrail’in Gazze’ye yönelik tam kuşatma uygulayacağını kamuoyuna duyurması ve ardından Gazze halkını yaşamsal öneme sahip gıda ve diğer temel ihtiyaçlardan mahrum bırakan uygulamaları devreye sokması, Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne (ICC) göre, Başbakan Netanyahu ve Savunma Bakanı Gallant’ın “aç bırakma savaş suçunu” işlediklerine dair bir iddiaya temel teşkil etmektedir. Bu, bir savaş suçuna dair bu özel suçlamayla açılan ilk büyük dava olma özelliği taşımaktadır.
İsrail’in müttefikleri silah ihracatına devam etse de, açlıktan mustarip çocukların görüntüleri ve gıda yardımı için kuyruklara giren insanların fotoğrafları, bu ülkeleri İsrail’i eleştirmeye zorladı. Aç bırakma taktiği kadim bir yöntem olsa da, 21. yüzyılda yetersiz beslenmiş çocukların görüntüleri siyasi liderleri rahatsız ediyor ve İsrail’i açıkça kınamaya zorluyor. Ancak, İsrail’in bu nadiren yargılanan savaş suçu nedeniyle gerçekten cezalandırılıp cezalandırılmayacağı henüz belirsizliğini koruyor.