Yahudilerin Batı Şeria’yı İlhak Etme ve Üzerinde Egemenlik Kurma Planları

Yahudilerin Batı Şeria’yı ilhak etme ve üzerindeki egemenliklerini dayatma planları ne yeni bir şeydir ne de rastgele söylenmiş sözlerdir. Bu planlar, Yahudilerin zihniyetinde ve bilinçaltında 1948’de Filistin’i gasp etmelerinden bu yana kökleşmiş bulunmaktadır. 1967 Haziran Savaşı tiyatrosunun ardından Batı Şeria’nın işgal edilmesiyle bu planlar fiilen hayata geçirilmeye başlanmıştır.
Bu bağlamda, özellikle 1947 yılından itibaren yaşanan olaylara dair kısa bir tarihsel özet sunmak faydalı olacaktır. Yahudiler Filistin halkıyla toprak paylaşımını baştan reddetmiş, Birleşmiş Milletler Genel Kurulu’nun 1947’de çıkardığı 181 sayılı taksim kararını kabul etmemiş ve buna uymamışlardır. İngiltere, Amerika ve uluslararası örgütlerin müdahalesinden önce Yahudilerin kontrol edebildikleri alanları ele geçirmelerine olanak tanımıştır. 1948’de ilan edilen ve daha sonra “yeşil hat” olarak adlandırılan ateşkes hattıyla Filistin uluslararası bir kabul ile Yahudi varlığına ve öte yandan Batı Şeria ve Gazze’ye bölünmüştür.
Yahudiler, iki devletli çözüm adı verilen projeye karşı hazırlık olarak 1967 Haziran ayında Batı Şeria, Gazze Şeridi, Golan Tepeleri ve Sina Yarımadası’nı ele geçirmişlerdir. Bu durum, özellikle Ürdün’ün Batı Şeria ve Kudüs’ü adeta teslim etmesi, Suriye’nin Golan’ı vermesi ve Mısır’ın Sina’yı koruyamamasıyla mümkün olmuştur.
Haziran 1967 savaşının ardından BM Güvenlik Konseyi 242 sayılı kararıyla Batı Şeria ve Doğu Kudüs’ü işgal altındaki topraklar olarak tanımıştır. Ancak Yahudiler hemen pratik adımlar atarak Kudüs’ün iki yakasının birleştirildiğini ilan etmiş ve Batı Şeria’nın dört bir yanında yerleşim yerleri inşa etmeye başlamışlardır. 1981 yılında da önceki uluslararası kararlara aykırı şekilde Golan Tepeleri’ni ilhak ettiklerini ilan etmişlerdir.
Bu tarihsel arka plan açıkça göstermektedir ki Yahudi Varlığı’nın sözde Adalet Bakanı Yariv Levin’in Batı Şeria üzerinde egemenlik kurma yönündeki açıklamaları ne sıradan birer beyanattır ne de kişisel bir görüştür. Bu gelişmeleri izleyen herkes Yahudi hükümetlerinin ardı ardına gelen adımlarla bu ilhak kararını –ki bu karar muhtemelen çok önceden alınmıştır– fiilen uygulamaya soktuklarını açıkça görebilir. Özellikle Amerikan muhalefetine karşı bu sürecin hızla ilerletildiği ortadadır.
Yahudilerin bu planı uygularken benimsediği bütüncül strateji şu temel esaslara dayanmaktadır:
- Fiili durum politikası ve arazi yapısının değiştirilmesi: Yerleşim birimleri, çevresindeki yollar ve altyapı, Filistinli toplulukların izole edilmesi, toprakların istimlakı ve ilhakı bu yöntemin başlıca araçlarıdır.
- Uluslararası meşruiyetten sıyrılma ve gerektiğinde buna başkaldırma: Buna Amerikan yönetimlerinin baskılarından kaçınmak da dâhildir.
- İki devletli çözümün tamamen geçersiz hale getirilmesi: Böylece bu çözümün uygulanamaz bir proje haline getirilmesi.
- Batı Şeria’nın Yahudi varlığına tamamen entegre edilmesi: Sözde sivil yönetim ve Filistin Yönetimi bu entegrasyonu sağlamakta birer araç olarak kullanılmaktadır. Güvenlik koordinasyonu, ekonomik ve mali kontrol (ithalat-ihracat zinciri, para birimi, banka denetimi), idari denetim (inşaat ruhsatları, ulaşım, sınırlar, kimlik belgeleri, eğitim müfredatı vb.) tamamen bu kapsamdadır. Sonuç olarak Filistinlilere sadece bir tür “belediyecilik” düzeyinde yetki tanınmaktadır.
- Batı Şeria, Kudüs ve Gazze’nin yaşanamaz hale getirilmesi: Bu adım, halkın göçe zorlanması ve bölgenin boşaltılması amacı taşımaktadır.
- Amerikan yönetimlerini özellikle Trump döneminde ikna etme çabası: Yahudi varlığının yaşaması için Batı Şeria’nın ilhakının kaçınılmaz olduğu fikri aşılanmaya çalışılmıştır.
Bu son noktayla ilgili olarak mevcut Amerikan yönetimindeki üst düzey isimlerin açıklamaları da bu stratejinin benimsendiğini göstermektedir. Trump’ın Gazze’nin kontrol altına alınması ve halkının sürülmesi gerektiğine dair sözleri, Yahudi varlığının küçük olduğu ve genişlemesi gerektiği yönündeki görüşleri Temsilciler Meclisi Dış İlişkiler Komitesi Başkanı Brian Mast’ın Batı Şeria’yı “Yehuda ve Samiriye” olarak adlandırması hep bu bağlamda değerlendirilebilir. Bunlar, ilhak planının ilerlemesi için birer yeşil ışık anlamı taşımaktadır.
Öte yandan, Müslüman ülkelerdeki mevcut rejimler Yahudi varlığına bu planlarını gerçekleştirmesi konusunda açık bir şekilde yardım etmektedir. Bu, bazen “iki devletli çözüm” ve “barış” sürecine sarılarak, bazen de Yahudi varlığı ile normalleşme yarışına girerek yapılmaktadır. Ayrıca süreci tamamen Amerikan yönetiminin iradesine bağlamakta ve ciddi hiçbir adım atmamakta, hatta sembolik bile olsa bir İsrail büyükelçisini sınır dışı etmeyi ya da sözlü bir tehditte bulunmayı dahi gündemlerine almamaktadırlar. Bu rejimler; Gazze’deki soykırım ve Batı Şeria’daki yıkımı sadece izlemekle kalmayıp, Filistin halkıyla en küçük bir dayanışma gösterisini bile susturacak kadar alçalmışlardır.
Sonuç olarak sahadaki gerçekler Yahudilerin Batı Şeria’yı ilhak ve kontrol altına alma planlarını kararlı bir şekilde yürüttüğünü göstermektedir. Bu planlar ne müzakerelerle, ne uluslararası arabuluculukla, ne kınamalarla ne de Amerikan yönetiminden medet umarak engellenebilir. Bu ancak Muhammed ümmetinin topyekûn bir kıyamı ile, Sykes-Picot rejimlerinin yıkılması ve orduların kontrolünün yeniden ümmetin eline geçmesiyle mümkün olur. Sınırlar ve engeller ortadan kaldırılır, sadece ilhakı durdurmak için değil, Filistin’in tamamını kurtarmak için harekete geçilir. Çünkü demiri ancak demir döver, güçle geleni ancak güç durdurabilir.