Donald Trump’ın ABD başkanlık seçimlerini kazanmasının ardından dünya, onun beklenmedik açıklamaları ve şaşırtıcı tutumları karşısında adeta şok yaşadı. Günlük tartışmalı söylemleri ve sıra dışı politikaları, sadece ABD’nin dış politikasını değil, iç siyaseti de derinden etkiledi. Ancak kimse bu radikal değişimleri anlamaya veya analiz etmeye yeterince çaba göstermedi.
Trump’ın bazı dikkat çeken açıklamaları ve planları şunlardı:
- Kanada’nın 51. eyalet olarak ilhak edilmesi.
- Grönland Adası’nın satın alınması.
- Panama Kanalı’nın kontrol altına alınması.
- Gazze ve çevresindeki projelerin sahiplenilmesi.
- Ticaret açığını kapatmak için gümrük tarifeleri artırılarak ticaret savaşları başlatılması.
- Amerikan yardımlarının askıya alınması tehdidiyle USAID’de binlerce çalışanın işten çıkarılmasının planlanması.
- Federal çalışanları istifaya teşvik eden politikaların uygulanması.
- Uluslararası Ceza Mahkemesi’ne yaptırım uygulanması ve bazı uluslararası örgütlerden, hatta NATO’dan ayrılma tehdidi.
- Ukrayna’dan, Rusya’ya karşı savaşında destek vermesi karşılığında ABD’ye 300 milyar dolarlık nadir toprak elementi sağlamasının istenmesi.
- 2020 seçimlerinde Biden lehine müdahalede bulunduğunu iddia ettiği 40’tan fazla eski istihbarat yetkilisinin güvenlik izinlerini iptal etmesi. Biden’ın daha önce Trump’ın güvenlik iznini iptal etmesine misilleme olarak onunda güvenlik (gizli bilgilere erişim) iznini iptal ederek aynı adımı atması.
- Kendisine muhalif bağımsız devlet kurumlarını etkisiz hale getirme, bazılarını özel mülkiyetine dönüştürme ve askeri kurumu siyasallaştırma tehdidinde bulunması. Ayrıca, Kongre’den onay alamayan atamalar için geçici yetkilerle süreci aşmayı planlaması.
Trump, ABD’nin geleneksel müttefiklerini açıkça eleştirmekle kalmadı, zaman zaman onları düşmanlarının önünde küçük düşürecek açıklamalar da yaptı. Uluslararası hukuk, Birleşmiş Milletler, Dünya Ticaret Örgütü ve Dünya Sağlık Örgütü gibi kurumların ABD için bir anlam ifade etmediğini savundu. Hatta NATO gibi Amerika’nın stratejik ittifaklarını bile sorguladı.
Peki, böylesine köklü devlet kurumlarına sahip ABD, Trump’ın bu radikal açıklamalarına ve hamlelerine nasıl izin veriyor? Trump, uluslararası ilişkilerin doğasını değiştirme ve Amerikan iç politikasını yeniden şekillendirme konusunda olağanüstü yeteneklere mi sahip? Yoksa Trump, ABD’nin stratejik hedefleri doğrultusunda hareket eden, belirli bir ajandaya sahip özel bir figür mü? Eğer öyleyse, neden sadece ona bu kadar geniş yetkiler verildi ve önceki başkanlar benzer adımları atmadı?
Trump’ın siyaset anlayışı şu temel fikre dayanıyordu: Amerikalılar, artık dünyanın polisi olmaktan, askeri operasyonların maliyetini kendi ceplerinden karşılamaktan ve müttefiklerini savunmaktan yorulmuş durumdalar. Artan borçlar ve ekonomik yük karşısında, Amerika’nın diğer ülkeleri koruma masraflarını üstlenmesi büyük bir hata olarak görülüyor. Trump, ABD’nin güçlü ordusunu ve ekonomik gücünü, diğer ülkelerden çıkar elde etmek için kullanması gerektiğini savunuyordu.
Bu bakış açısı, İngiltere’nin geçmişte uyguladığı stratejiyle kıyaslanabilir. İngiltere, doğrudan büyük ordular ve üsler kurmak yerine, ajanlar ve yerel unsurları kullanarak düşük maliyetle büyük kazançlar elde etmeyi başarmıştı. İngiliz ekonomisi kendi başına büyük bir güç olmamasına rağmen, akıllıca politikalarla dünya sahnesinde etkisini koruyabildi. Oysa Amerika, doğrudan müdahalelerle dünyanın jandarmalığını üstlenmiş, ancak bu süreçte ekonomik olarak yıpranmıştı.
Trump, bu durumu tersine çevirmek için müttefiklerinden daha fazla ekonomik katkı talep etti ve bunu yapmayanlara karşı misilleme tehdidinde bulundu. Ona göre, artık Amerika’nın diğer ülkeleri bedavaya koruma devri sona ermeli ve müttefikler, kendi güvenlikleri için ciddi bir mali sorumluluk üstlenmeliydi.
Bu fikir, özellikle büyük bölgesel güçlerin yükselmesi ve bazı ülkelerin ekonomik olarak büyük ilerlemeler kaydetmesiyle birlikte, Amerikalılar arasında geniş çapta kabul görmektedir. Olası rakiplerin ortaya çıkması, bu düşünceyi daha da güçlendirmektedir.
Amerikan The Hill gazetesi, “Washington’ın küresel istikrarı yeniden sağlamasının ve uluslararası imajını iyileştirmesinin tek yolunun dış politikasını değiştirmek olduğunu” belirtti. Gazetenin yakın zamanda yayımladığı bir raporda, ABD hükümetinin en az 80 ülkede 750’den fazla askeri üssünün bulunduğu ve dünyanın tüm büyük çatışmalarına müdahil olduğu vurgulandı. Son olarak Doğu Avrupa ve Orta Doğu’daki gelişmelere aktif katılım gösterdiği ifade edildi. Aynı raporda, son yıllarda ABD’nin savaşları sonlandırmak için daha fazla çaba göstermesi gerektiğini savunan bir akımın ortaya çıktığına dikkat çekildi.
The Hill’e göre, Amerika Birleşik Devletleri son on yıllarda Orta Doğu’daki savaşlara 8 trilyon dolardan fazla harcadı. Bu süreçte binlerce Amerikan askeri hayatını kaybederken, yüz binlerce sivil öldürüldü. Ancak şaşırtıcı olan, hala bazı çevrelerin ABD’nin Orta Doğu’daki müdahalelerini sürdürmesini istemesi. İşte Trump’ın öne sürdüğü temel argüman da tam olarak bu noktada şekilleniyor.
Amerikan Üniversitesi’nde uluslararası ilişkiler dersleri veren ve Cato Enstitüsü’nde araştırmacı olarak görev yapan Dr. Leon Hadar, National Interest dergisinde yayımlanan bir makalesinde, “Bedavacılık politikası ve özellikle dış politika konusunda uzun süredir tartışmalar sürmektedir. Soğuk Savaş döneminde ve sonrasında, Atlantik ve Pasifik ötesindeki ABD müttefikleri, ulusal servetlerini korumak adına askeri harcamalarını artırma konusunda Washington’dan gelen eleştirilerle karşılaştılar.” ifadelerini kullandı.
Bu doğrultuda Washington, müttefiklerine açık bir mesaj gönderdi: Eğer Amerikan askeri liderliğine güvenmeye devam etmek istiyorlarsa, bazı şartları yerine getirmeleri gerekecek. Obama yönetimi döneminde Avrupalılara “bedavacılık döneminin sona erdiği” anlatılmaya çalışılmıştı. Ancak Trump bu mesajı çok daha sert bir dille ifade etti:
- Amerikan koruması altına girme zorunluluğu: Avrupa ülkeleri, kendi bağımsız savunma politikalarını geliştirmeyi düşünmemeli ve tamamen ABD’nin liderliğine tabi olmalıdır. Trump, Avrupa’daki önemli bir devlet liderinin kendisine “Eğer ödeme yapmazsak ve Rusya bize saldırırsa, bizi koruyacak mısınız?” diye sorduğunu, kendisinin ise “Hayır, sizi korumayacağım. Hatta onlara (Rusya’ya) size ne isterlerse yapmaları için cesaret vereceğim. Yükümlülüklerinizi tam olarak yerine getirmelisiniz.” diye yanıt verdiğini aktarmıştı.
- Amerikan ekonomik şartlarını kabul etme zorunluluğu: Rusya ile enerji anlaşmalarının sona erdirilmesi, Rusya’ya yaptırım uygulanması ve ABD ile Çin arasında süren maliyetli ekonomik ve teknolojik savaşa destek verilmesi.
- Amerika’nın savunma yükünü paylaşma zorunluluğu: Müttefik ülkeler, ABD’nin askeri harcamalarına mali katkıda bulunmalı, ticaret açığını azaltmaya yönelik önlemler almalı ve Amerikan liderliği altında savunmaya katılmalıdır. Avrupalı müttefikler, Amerikan emirlerine tabi olmalı ve ABD’nin belirlediği oranda savunma katkısı sağlamalıdır. Bunun karşılığında Amerikan koruma şemsiyesi altına alınacaklardır.
- Amerikan planlarına tam uyum sağlama şartı: ABD’nin küresel stratejilerine aykırı adımlar atmamalı ve belirlenen politikaları eksiksiz şekilde uygulamalıdırlar.
Şu an yaşanan süreç, Trump’ın danışmanlarının “bölgeyi boğma stratejisi” olarak adlandırdığı bir süreci yansıtmaktadır. Bu strateji, siyasi rakiplerinin ve medyanın etkili bir şekilde karşı koymasını veya eleştirmesini imkânsız hale getirecek şekilde, ardı ardına gelen başkanlık kararları ve çarpıcı açıklamalar ile sürdürülmektedir. Trump, bir kriz henüz çözüme kavuşmadan yeni bir kriz yaratarak siyaseti bitmek bilmeyen bir yıpratma savaşına dönüştürmektedir.
Trump, göreve başlarken yaptığı konuşmada “Amerika Birleşik Devletleri’nin altın çağı başladı ve Amerika’yı birinci sıraya koyacağım.” demişti. Eğer bu stratejisini başarıyla uygulayabilirse, ilerleyen aşamalarda daha agresif ve radikal adımlar atması olasıdır. Ancak bu durum, diğer ülkelerin direnci, baskılara ne ölçüde boyun eğecekleri ve uluslararası arenada beklenmedik gelişmelerin ortaya çıkıp çıkmayacağına bağlıdır.
Görünen o ki, ABD yönetimi küresel liderlik pozisyonunu güçlendirmek adına büyük bir dönüşüm sürecine girmiştir. Bu süreç, Amerikan gücünün temel kaynaklarını yeniden kazanmayı, potansiyel rakipleri zayıflatmayı ve bölgesel güçlerin yükselişini engellemeyi hedefleyen kapsamlı bir strateji içermektedir. ABD, mevcut küresel güç dengesinin değişmekte olduğunu fark etmiş ve bu nedenle gücünü ve otoritesini sert bir şekilde göstermeye yönelmiştir. Trump da bu politikaları uygularken Amerikan Anayasası’nın kendisine tanıdığı yetkileri kullanmakta ve devletin derin yapıları tarafından desteklendiği izlenimini vermektedir. ABD içindeki karar alıcı mekanizmalar, küresel liderliğin devam etmesi için gereken ekonomik ve askeri yükü paylaşmanın artık kaçınılmaz olduğunu düşünmektedir.
Hasan Hamdan – Ürdün