#Genel #Siyaset #Tema #Toplum

Mutlak Güç Yanılgısı & Gücünün Farkında Olmayan Ümmet

Mutlak Güç Yanılgısı & Gücünün Farkında Olmayan Ümmet

Makalemizi youtube videomuz ile de inceleyebilirsiniz:

Dünyanın durumundan şikâyetçi olup değişimin ve kurtuluşun İslam’da olduğunu söyleyen; geçmişte olduğu gibi bugün de İslam ile toplumun kalkınacağına, yükseleceğine inanan ve bunu dillendirenlerin, muhakkak ki şu sözlerin cevaben verildiğini işitmiş olması gerekir:

“Zaman değişti… Günümüzdeki kapital devletlerin durumu böyleyken, bu kadar güce sahipken, bu kadar teknoloji ile donatılmışken değişim eskisi kadar kolay değil veya mümkün değil. Artık zaman değişti, insan değişti, vakıalar değişti. Onların bu kadar gücü varken, toplum bu kadar kontrol altındayken, insanlar gerek teknolojinin gözleri gerekse yaptırım gücü ile baskılanırken ve çağın değiştirdiği insan ortadayken, bu bahsettiğimiz değişim olacak gibi değil…”

Bu ve emsali birçok cümle, çok da yabancı olmadığımız cümleler olsa gerek. Bu yanılgı aslında sadece Müslümanlar için değil, genel olarak tüm insanların modern zamanda sahip olduğu bir yanılgıdır. Ancak bizim şu anki bakışımız, bu yanılgıya sahip Müslümanlar nazarında olacaktır.

Öncelikle değinmek gerekir ki zaman gerçekten akmakta ve ilerlemekte; bu süreç içerisinde eşya değişmekte ve farklı şekiller almaktadır. Ancak eşyadaki bu değişiklik, vakıayı ve insanın tabiatını değiştirmiş midir? Bu bizim için bir soru işareti olarak kalsın ve cevabını tarihin tozlu sayfalarında arayalım.

Bu olayların tümüne günümüz perspektifinden bakmadan önce, zamanda biraz geriye giderek benzer bir vakıaya farklı bir dilimden bakalım. Kendimizi 2000 yıl önce bir Germen kabilelerinden bir köyde hayal edelim ve hayatın bizim gözümüzde nasıl olduğunu anlamaya çalışalım. Belki 50-200 kişi ya var ya da yok bulunduğumuz köyde… Diğer Germen halkları ile savaş olmadığı zamanların çoğunda günlük hayatımız tarımla veya kimi zaman çıkılan avcılıklar ile köydeki diğer işlerimiz arasında gidip geliyor. Günlük kullanılan saban, çapa, balta veya çekiç, hayatımızın en büyük teknolojisi. Ancak hemen güneyimizde, sınırlarımızın ötesinde bir dev var: Roma İmparatorluğu.

Bir haber gelse ve köyümüze yaklaşan bir lejyon olduğu söylense ne düşünürüz? Yenebilme veya direkt mücadelede kazanabilme umudumuz olur mu?

Bizim kerpiç ve ahşaptan evlerimize karşılık, onların mermerden şehirleri, göğü delen sütunları… Bizim patika yollarımıza karşılık, onların dünyanın dört bir yanına uzanan taş döşeli, nizami yolları… Bizim kabile reisimizin sözü ancak komşu köye kadar geçerken, Roma’daki Sezar’ın emriyle kıtaların hareket etmesi… Onların lejyonları, o dönemin en yüksek teknolojisiyle donatılmış; zırhları ve silahları parlıyor, disiplinleri insanüstü görünüyor.

Bir Germen köylüsü olarak o gün Roma’ya baktığımızda hissettiğimiz şey muhtemelen bugün Amerika’ya veya Batı bloğuna bakarken hissettiğimizle aynıdır: “Mutlak, yıkılamaz ve sonsuz bir güç.”

O gün birisi çıkıp o Germen köylüsüne, “Bir gün gelecek, bu muazzam imparatorluk çökecek, o mermer sütunlar yıkılacak ve bu devasa güç tarih sahnesinden silinecek,” deseydi, muhtemelen deli damgası yerdi. “Görmüyor musun?” derlerdi, “Adamların teknolojisi, parası, silahı ve nizamı var. Biz kimiz ki?”

İşte tam burada, o çocukluk hatırama, konunun kilit noktalarından birine değinmek istiyorum: Perspektif…

Kulağıma güzel gelen bir tınısı olmuştur hep. Şöyle bir geriye dönüp baktığımda bu kavramla ilk tanışmam ilkokula kadar dayanıyor. Resim dersi ve yeni öğrendiğim perspektif… O zamanlar sadece bir çizim tekniği sandığım bu kavram, meğer hayata bakmanın da yönlerinden biriymiş.

Eşyaya çok yakından baktığınızda, o eşya tüm görüş alanınızı kaplar. Gözünüzü bir duvara dayadığınızda, dünyayı o duvardan ibaret sanırsınız. İşte modern insanın ve ne yazık ki bugünün Müslümanlarının sorunu tarihsel ve ideolojik perspektif yoksunluğudur. Bizler, bugünün süper güçlerine, bugünün teknolojisine ve bugünün siyasi konjonktürüne “burnumuzu dayamış” durumdayız. Bu yüzden onları aşılmaz dağlar, yıkılmaz kaleler olarak görüyoruz. Oysa tarihsel ve ideolojik bir perspektiften, yani “uzaktan” ve “yukarıdan” baktığımızda; Firavunların, Nemrutların, Roma’nın, Pers’in, Moğol’un ve Britanya’nın tarih sayfalarında sadece birer “paragraf” olduğunu görürüz.

Hepsi kendi zamanının “mutlak gücü” idi. Hepsi “artık zaman değişti, bizden öncesi gibi değil, biz kalıcıyız” diye bakıyordu. Roma’nın su kemerleri, bugünün internet ağlarıydı. Moğol’un atlı okçuları, bugünün insansız hava araçlarıydı. Britanya’nın donanması, bugünün nükleer füzeleriydi. Araçlar değişti, teknoloji değişti ama insan, Sünnetullah asla değişmedi.

Zulüm ile abad olanın akıbeti berbad oldu.

Bugün, “Amerika çok güçlü, dolar her şeye hâkim, teknoloji bizi fişliyor” diyerek yeise kapılmak, o günkü Germen köylüsünün Roma lejyonuna bakıp titremesindeki histen farksızdı.

Burada çok önemli bir detay var: Ne günümüz Müslüman ülkeleri verdiğimiz örnekteki Germen halkları gibidir ne de Amerika tam manasıyla gücünün zirvesindeki Roma. Amerika bir ülke olarak şu an kapitalizmin temsili gibidir ve hiç şüphe götürmeyecek şekilde kapitalizm de çöküşün eşiğindedir. Ekonomisi şişerek patlamaya yaklaşan bir balon misalidir. İnsanları yozlaştıran, ekolojiyi mahveden, sömürdükleri toplumları yoksulluk ve fakirlik içinde bırakan bir yapıya evrilmekle beraber; adalet, insan hakları, özgürlük, fırsat eşitliği gibi kavramlar, sattıkları hoş hayallerden ve vaatlerden öteye geçememiş; tam tersine yine her seferinde kendi koyduğu tabuları yine kendi yemiştir. Keza insan hakları Müslümanlar ölürken değil bir Batılı öldüğünde; özgürlük, kişilerin onlara karşıt ve menfaatlerine uymayan fikirleri olduğunda değil, insanların şahsi her türlü heva ve heveslerini yapma noktasında akıllarına gelmiş; adalet ise sadece zenginin ve güçlünün hakkını korumaktan başka işe yaramamıştır.

Batı’nın şu an sahip olduğu zenginlik, sömürdükleri halkların onlara sağladığı bir durumdur. İşte sömürülen bu taraflardan birisi de şüphesiz Müslümanlardır. Müslüman ülkelerini Germen halklarıyla aynı durumda görmememiz gerekir; keza Müslüman ülkelerin bulunduğu bu coğrafyalar zayıf, bereketsiz ve gelişimden uzak olmaktan çok büyük bir potansiyel barındırır. Dünyanın en önemli boğazlarına, stratejik noktalarına, enerjinin bel kemiği olan petrol ve doğalgaz gibi daha birçok madene, doğal kaynağa ve imkâna sahiptir. Sadece İslam İş birliği Teşkilatı üyesi ülkeler bile dünya petrol rezervinin %58,5’ine, doğalgaz rezervinin ise %58,5’ine sahiptir. Fas, Kazakistan, Mısır, Türkiye gibi daha birçok halkı Müslüman olan ülke; sahip olduğu fosfat, demir, uranyum, bor gibi birçok farklı kaynak bakımından zengin olmakla birlikte İstanbul, Hürmüz, Babü-l Mendeb gibi boğazların yanında Anadolu, Levant ve Afganistan koridoru misali pek çok yer dünya için vazgeçilemeyecek bir konuma ve stratejik bölgelere sahiptir. 2 milyara yakın nüfusu ile 6 milyona yakın aktif askeri personeli bulunmaktadır. Tüm bu askeri güce ve potansiyele rağmen Filistin, Doğu Türkistan, Sudan ve nice işgal altında zulüm gören bölgelerimizde akan kan hala akmakta ve real politik adı altında yaraları sarılmayan Müslümanlar yalnız bırakılmaktadır. Hatta yine halkı Müslüman olan devletlerin çoğu bireysel olarak kendi iç işlerinde bile, kendi halklarının menfaati yerine batının çıkarlarını öne koymuşlardır. Şahsi olarak bireyler ayrı tutulabilir olsa da devletler nazarında Müslümanların durumu birlikte olmaktan çok kırılmış bir bardak gibidir.

Müslümanların paramparça olması, İslam ideolojisi altında bir hayat sürmemeleri, Batı yanlısı yönetimlerin bu zenginlikleri ve imkânları Batı için kullanması; halklarının ise inandıkları İslam ile yaşamak, İslam ideolojisi ile hayata bakmak yerine kapitalizmde çare araması, hayata onların ideolojisiyle bakması, tarihe, politik doğrulara ve dünyaya kapitalizmin gözlüğü ile bakması bizi bu durumda tutmaktadır.

Bir toplumun kalkınması üst düzey teknoloji veya refah düzeyiyle başlamaz. Kalkınmak bir fikirle başlar. Fikrin birleştirdiği insanlar doğal olarak ekonomik ve teknolojik olarak hayatın her alanında kalkınmaya başlayıp bir refaha ulaşır.

Rusların komünizm ile yükselmesi, Rönesans ile Avrupa’da başlayan gelişim ve İslam’ın doğuşu bunlara verilebilecek en güzel örneklerdir. Günümüz Müslüman ülkelerinin ise en büyük sorunu inançlarının hayatları ile uyuşmamasıdır. Kapitalizmin veya sosyalizmin uygulandığı ülkelerin kalkındığını geçmişte gördüğümüz gibi, İslam uygulandığında da bu durum böyledir. İnsanların gidecek bir hedefi, hayata bir bakışı olmadan, hayatlarını bu bakışla doğru orantıda yaşamadan kalkınma gerçekleşmez. Ancak günümüz Müslüman dünyası iman ettikleri dine göre değil kapitalizme göre yaşamaktadır; bu çelişki ve uyuşmazlık bulunduğumuz coğrafyanın geri kalmasının ve kalkınamamasının yegâne sebebidir.

Sonuç olarak insan aynı insandır. Korkuları, zaafları, hırsları değişmedi. Bugünün süper güçleri, devasa binaların içindeki küçük, korkak insanlardan oluşuyor. Ölümü bir yok oluş olarak gören, konforuna tapınan, her an elindeki refahı kaybetme korkusuyla yaşayan bir toplum; ne kadar teknolojiye sahip olursa olsun, “ölümü öldürmüş” bir inancın inşa ettiği toplum karşısında çaresizdir.

Mesele, düşmanın gücünün büyüklüğü değil, bizim kendi potansiyelimizin farkında olmayışımız ve inandığımız gibi yaşamayışımızdadır.

Müslümanlar bugün; sayıca, kaynakça, jeopolitik konumca muazzam bir potansiyele sahiptir. Ancak eksik olan, bu potansiyeli harekete geçirecek olan “ruh” ve “irade” birliğidir. İnandığımız şekilde yaşadığımızda; bizim üzerimizden, bizim mallarımız, kaynaklarımız, çocuklarımız üzerinden güç kazananlar, bizim sırtımıza basarak ulaştıkları konumu koruyamayacaklardır. Bir filin, incecik bir iple bir kazığa bağlı olduğunu ve o ipi koparabileceğine inanmadığı için esaret altında yaşadığını düşünün. Filin gücü yerindedir, kasları sağlamdır ama zihni işgal edilmiştir.

Bugün Ümmet’in durumu, çocukluğunda ayağına ip bağlanan o filin durumudur. “Zaman değişti” söylemi, o incecik iptir. “Mutlak Güç” söylemi, zihnimizdeki o kazıktır.

Değişmeyecek tek dünya düzeni, “değişimin kendisidir.”

Güç el değiştirir. Medeniyetler doğar, büyür, yaşlanır ve ölür. Bugünün hâkim güçleri yaşlanmıştır. Teknolojik makyajları, bu yaşlılığı ve içeriden çürümeyi gizleyememektedir. Keza yaşlanmamış olsa dahi Allah’ın gönderdiği bir dinin ideolojisi ile mücadele etmesinin de imkânı tabii ki olmayacaktır.

Hilafet, nostaljik bir rüya değil; tarihsel ve sosyolojik bir zorunluluğun, İlahi vaadin tecellisi olacaktır. Ancak bu, gökten zembille inmeyecektir. Bu, Roma’nın lejyonlarına bakıp korkanların değil; perspektifini düzeltip, tarihin akışını gören, kendi öz değerlerine, akidesine sarılan ve “La Galibe İllallah” (Allah’tan başka galip yoktur) hakikatini sadece dilinde değil; ekonomisinde, stratejisinde, biliminde, siyasetinde, hayatının her noktasında yaşayanların eliyle olacaktır.