7 Ekim 2023’te başlayan Aksa Tufanı Harekâtı ve hemen sonrasında Yahudi varlığı “İsrail”in Gazze’ye yönelik giriştiği katliam ve soykırım, bir uzlaşma formülü olarak “iki devletli çözüm” meselesini tekrar gündeme getirdi.
İşgalci “İsrail”in varlığını mutlaklaştıranlar nezdinde, Filistin halkına Yahudilerle yan yana yaşayacağı bir devlet verildiğinde çatışmaların duracağı ve bölgesel barışın sağlanacağı tezine dayanan bu çözüm planı, siyasi gerçeklikten uzak, yüzeysel bir bakış açısıyla tartışılmaktadır. Daha doğrusu; iki devletli çözüm planının mimarı olan sömürgeci ABD, dünya kamuoyunun özellikle de İslâm ümmetinin meseleye yüzeysel bir şekilde bakmasını istemektedir.
Bu makalemizde, neredeyse tüm dünya tarafından kabul edilen, İslâm beldeleri yönetimlerinin canhıraş peşinden koştuğu iki devletli çözüm planının; tarihsel sürecini, motivasyonunu, hedeflerini ve uygulanabilirliğini irdelemeye çalışacağız. Meselenin daha iyi anlaşılabilmesi için geçmiş-gelecek ilişkisi bağlamında, Filistin’in siyasi tarihine kısa bir yolculuk yapmak yerinde olacaktır.
Filistin meselesi, devletlerarası bir sorun olarak geçen yüzyılda Osmanlı Halifesi Abdulhamid Han zamanından itibaren hareketlenmeye başladı. O dönemde Yahudilerin siyasi liderleri, Filistin’de kendileri için tutunacak bir yer edinmek üzere Batılı kafir devletler -özellikle de İngiltere- ile dayanışma çabası içerisinde idiler. Bu amaçla Osmanlı Hilâfet Devleti’nin yaşadığı mali krizden faydalanmaya çalıştılar. 1901 yılında o zamanki Yahudi liderlerinden Theodor Herzl, aynı amaçla devlet hazinesine ödenmek üzere büyük miktarda para teklifinde bulundu. Fakat Halife Abdulhamid Han onun bu teklifini reddetti, “Filistin’in ümmetin mülkü olduğunu, bir karış toprağından bile taviz vermeyeceğini” kesin şekilde ifade etti.
İngiliz İşgali ve Yahudi Göçünün Sağlanması
Halife Abdulhamid’in İttihatçı zihniyet tarafından yönetimden indirilmesinden sonra, 1917 yılında İngilizler, Filistin’i işgal etti. Aynı yıl İngiliz Dışişleri Bakanı’nın ismine atfen “Balfour Deklarasyonu” denilen bildiriyi imzaladılar. Bu bildiride İngilizler, Yahudilerin Filistin’i işgal etmeleri ve orada bir devlet kurmaları için yardım etmeyi taahhüt ediyordu. İngilizlerin Müslümanların ilk kıblesi olan İslâm’ın kutsal topraklarında, neden bir Yahudi devleti kurmak istediğini, Siyonist varlığın mevcut Cumhurbaşkanı Herzog’un Gazze’deki soykırımı savunmak için kullandığı ifadeler özetlemektedir: “Biz Batı medeniyetini korumak için savaşıyoruz. Biz kaybedersek sıra Batı’ya gelecektir.”[1] Yani “Batı için varız.”, “Batı’nın İslâm ile savaşındaki aparatıyız…”
Birinci Dünya Savaşı sona erip Osmanlı Hilâfet Devleti yenik sayıldıktan sonra galip devletler, “İngiltere’nin Yahudilere söz verdiği Balfour vaadi uygulansın” diye Filistin’e İngiliz “Manda Yönetimi”ni dayatma rolüyle 1922’de, “Cemiyet-i Akvâm’ı (Milletler Topluluğu’nu)” kurdular.
Ardından İngiltere, dünyanın değişik bölgelerindeki Yahudilerin Filistin’e göç etmelerini sağlayacak icraata başladı; onları eğitti, silahlandırdı ve çıkardığı yasalarla Filistin’de toprak sahibi olmalarını sağladı. Bu süreçte, başta İzzettin Kassam’ın öncülük ettiği mücadele olmak üzere Filistinli Müslümanlar, topraklarını geri almak için İngilizlere karşı kahramanca cihat ettiler. Aynı şekilde Yahudiler ile Müslümanlar arasındaki çatışma ve mücadele, hız kesmeden devam etti.
Bu sıralarda ABD, dönemin ABD Başkanı James Monroe’nin 2 Aralık 1823’te kongreye sunduğu “Monroe Doktrini” neticesinde; Avrupa devletlerinin aralarında yaptıkları savaşlarla ekonomik ve askerî kapasitelerini tükettiklerini görmüş, uygulanan 100 yıllık uzlet politikasını terk ederek bir “kurtarıcı” olarak İkinci Dünya Savaşına dahil olmuştu. Savaş sonunda ABD, “süper güç” olarak ortaya çıktı ve “Birleşmiş Milletler” başta olmak üzere yeni bir uluslararası sistemin kurulmasına liderlik etti. İngiltere’nin küresel gücü ise ikincil seviyeye geriledi.
Amerika’nın İki Devletli Çözümü-Taksim Planı
1947 yılına gelindiğinde İngilizler artık Filistin’i yönetemez bir durumdaydı. Bunun üzerine İngiltere, bölgedeki sorumluluklarından kurtulmak amacıyla konuyu, Nisan ayında Birleşmiş Milletler’e götürdü. 15 Mayıs’ta, Birleşmiş Milletler Filistin Özel Komitesi (UNSCOP)’nin kurulmasına, bu komitenin 11 üyeden oluşmasına ve raporun en geç 1 Eylül 1947’de sunulmasına karar verildi.
Komite, Haziran ve Temmuz aylarında Filistin, Mısır, Irak, Lübnan, Suudi Arabistan ve Suriye’de çeşitli görüşmeler yaptı. Bu görüşmelerin sonunda hazırladığı raporu, 1 Eylül günü Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliğine sundu. Komisyonun raporu iki plan içermekteydi. Birincisi, komisyon üyelerinin çoğunluğunun kabul ettiği; bölgeyi üçe bölen “çoğunluk planı”, ikincisi, diğer üye devletlerin önerdiği federal bir devletin kurulmasını öngören “azınlık planı” idi.
Azınlık planı; Araplar ve Yahudilerin birlikte yaşayacağı, Lübnan tarzı demokratik temele dayalı, “tek bir devlet kurulmasını” isteyen İngilizlerin planıydı. Böylece Filistin’in tümünde yönetim Yahudilere ait olmakla birlikte Müslüman ve Hıristiyanlardan bazı bakanlar da yönetime katılabileceklerdi. Bu durumda; fiilen Yahudilerin yönettiği bu devlet, bölgede kabullenilmiş olacaktı.
Çoğunluk planı ise Yahudilerin ve Arapların çoğunlukta bulunduğu bölgelere göre taksim yapılarak bu çerçevede “birer Arap ve Yahudi Devleti kurulmasını” öngören ABD planıydı. ABD, bölgeyi sömürmenin bir aracı olarak -İngiltere gibi- “İsrail”in kurulmasını istemenin yanında Araplara/Filistinlilere ayrı bir devlet verilmesi gerektiğini düşünüyordu. Böylece ulaşılması mümkün olmayan göstermelik bir devlet karşılığında hem çatışmaya dayalı denge sağlanmış olacaktı hem de Yahudi varlığı desteklenerek bölgeye kabul ettirilecekti.
25 Kasım 1947’de BM nezdinde kurulan geçici komite çoğunluk planını kabul etti. Plana göre; kurulacak Arap devletine; Gazze ve Refah Sahil şeridi, Celile, Nablus, El Halil ve Berşeva civarı, Yahudi Devletine ise Tel Aviv ve Hayfa civarındaki sahil bölgesi, Necef, Yizreel ve Hule Vadisi veriliyordu.
Planın üçüncü bölümünde; Kudüs şehri, -her üç din için kutsal olmasından dolayı- “Corpus Seperatum (Ayrı Beden)” statüsünde kabul ediliyordu. Kudüs şehri, Corpus Seperatum altında kurulacak ve Birleşmiş Milletler tarafından yönetilecekti. Plana göre; Filistin topraklarının %55’lik kısmı Yahudilere, %45’lik kısmı ise Araplara bırakılıyordu.[2]
Birleşmiş Milletler Taksim Planı, 29 Kasım 1947 tarihinde, BM Genel Kurulu’nda oylandı. 33 kabul, 13 ret ve 10 çekimser oyla, “Birleşmiş Milletler 181 Sayılı Genel Kurul Kararı” olarak kabul edildi. Amerika Birleşik Devletleri, Sovyetler Birliği ve Fransa, taksim lehinde oy kullanırken İngiltere çekimser kaldı. O dönemde İngiliz eksenli CHP’nin iktidarda olduğu Türkiye ise Arap ülkeleriyle birlikte taksim planına ret oyu verdi. Yahudiler -o dönemden beri taksim planında üçüncü kısım yani Kudüs’ün uluslararasılaştırılmasına karşı çıkmışlar-, Birleşmiş Milletlerin bu taksim planını, Kudüs konusundaki itirazlarına karşın kabul ettiler.
Ancak plan yürürlüğe girmedi. Mayıs ayına gelindiğinde İngiltere meseleyi artık sonlandırmak için Filistin’deki bütün kuvvetlerini çekeceğini duyurdu. Çekilme işleminin tamamlanmasından bir gün önce 14 Mayıs 1948 tarihinde Yahudi Milli Konseyi “İsrail” devletinin kurulduğunu ilan etti. Dönemin büyük devletleri; Amerika, İngiltere Fransa ve Rusya hızlıca Yahudi devletini tanıdılar.
ABD, İngiltere ve diğer kafir devletler Yahudi varlığının kurulmasını sağlayarak şu hedeflerini gerçekleştirdiler:
1- Müslümanların birbirlerine kavuşmalarını engelleyecek ve birlikteliklerinden uzaklaştıracak şekilde, bölgedeki Müslümanlar arasına yabancı bir cisim yerleştirdiler.
2- Bölgeyi, Yahudi karşıtı çatışmalarla meşgul ederek asıl çatışmaların Hilâfet’i ortadan kaldıran kafir Batı ile olması gerektiğini unutturdular. Zira bölgede Yahudiler için bir devlet kurulmadan önce çatışma, Müslümanlar ile kafir Batı arasında idi. Yahudilerin Filistin’i işgal etmeleriyle gasıp varlık ile yapılan mücadele, merkezî bir konum aldı ve onu var edenler ile yapılan mücadele zayıfladı.
3- Onlar, kendi ülkelerindeki Yahudi probleminden “kurtuldular.” Çünkü Yahudiler, her nerede bulundularsa bozgunculuklarıyla meşhur oldular.
Arap -“İsrail” Savaşları
Gasıp Yahudi devletinin kuruluşunun ilanı, bölgedeki Arap ülkelerinin “İsrail’e” savaş açmasını beraberinde getirdi. Fakat İslâm’a ve Müslümanlara ihanet içindeki Arap rejimlerinin Yahudilere açtığı bu savaş, mukaddes Filistin topraklarını kurtarmak için değil -sömürgeci efendilerinin talimatıyla- Yahudilere “yenilmezlik” payesi vermek için açılan teslimiyet savaşıydı. 1948 yılında Arap Birliği’nin açtığı ilk savaş sonrası Yahudi varlığı, 1947’de Taksim Planı ile elde ettiği %56’lık Filistin toprağını %78’e çıkardı.
Daha sonra bu savaşı, “Altı Gün Savaşı” olarak da bilinen “1967 savaşı” takip etti. Savaşın sonunda “İsrail”, Mısır’dan Sina Yarımadası’nı, Suriye’den Golan Tepelerini ve Filistin’in Gazze Şeridi ile Batı Şeria’yı da alarak işgal ettiği toprakları dört katına çıkardı.
1973 yılında Mısır ve Suriye ile “İsrail” arasında, -ABD’nin “Ortadoğu’nun kapısı” olarak gördüğü Mısır’ın “İsrail”le barıştırılması için kurguladığı- Ekim savaşı yapıldı. Savaş sonrası 17 Eylül 1978’de Mısır ile “İsrail” arasında, ABD gözetiminde Camp-David anlaşması imzalandı. Anlaşma gereği “İsrail”, Sina Adasını Mısır lehine boşalttı. Ancak Sina Adası silahsızlandırıldı ve “Çok Uluslu Kuvvet ve Gözlem Gücü (MFO)” yerleştirildi. Böylece “İsrail”in güney sınırı güvene alındı. Aynı savaş sonrası, 1974 yılında Suriye’nin Golan Tepelerine, 2006 yılındaki Hizbullah-“İsrail” savaşı sonrası da Lübnan sınırına, “Uluslararası Barış Gücü” askerleri yerleştirilerek Yahudilerin sınırları güvence altına alındı.
1982 yılına gelindiğinde; “İsrail”, ABD’nin telkiniyle Lübnan’ı istila ederek oradan Filistin direnişini yürüten Yaser Arafat’ı Tunus’a gitmeye mecbur etti. Gitmeden önce de ABD Kongresinden bir heyet Lübnan’a giderek Arafat’tan, Yahudi varlığını açıkça tanıyacağına dair söz aldı. Bu durum, ABD’nin, Yahudi varlığını Filistin direnişine kabul ettirmek için iki devletli çözüm temelinde benimsediği hedefini gerçekleştirmesinin dönüm noktası oldu.
Arafat’ın “İsrail”i Tanıması
1988 yılında Cezayir’de, Filistin Vatani Kongresinde Arafat, “Filistin toprakları üzerinde tek devlet kurulması fikrinden vazgeçtiğini, 1967 sınırlarında kurulacak bir Filistin devleti istediğini” ilan etti. Aynı şekilde İngiltere’nin işgal sürecinde Filistin’den ayırarak kurduğu Ürdün (Emirliği) de “Batı Şeria üzerinde bir Filistin devleti kurulmasını kabul ettiğini” söyledi ve Batı Şeria ile Ürdün arasında idari ve kanuni ayrım onaylandı. İngiltere ve çoğunluğu onun yörüngesinde dönen Arap devletleri de ABD’nin iki devletli çözüm planını kabul ettiler.
Üç yıl sonra 1991’de ABD, iki devletli çözümü esas alan “Madrid Barış Konferansı”nı düzenledi. Sürdürülen müzakereler, 20 Ağustos 1993’te Yahudi varlığı ile Filistin Kurtuluş Örgütü (FKÖ) arasında Norveç’in Oslo şehrinde anlaşmayla sonuçlandı. Daha sonra anlaşma resmen Filistin Kurtuluş Örgütü Başkanı Yaser Arafat, “İsrail” Başbakanı İzak Rabin tarafından 13 Eylül 1993 tarihinde Washington’da halka açık bir törenle imzalandı. Anlaşma metni, “İsrail” askerlerinin Gazze Şeridi ve Eriha’dan çekilmeleri ile başlayan beş yıllık bir geçiş dönemini öngörüyordu. Bunun yanı sıra, Batı Şeria ve Gazze’de yönetimin kısmen Filistinlilere teslim edilmesi ile sonuçlanacak geçici bir dönemin belirlenmesi konusunda anlaşıldı.[3]
Nihayetinde ABD, 1948 yılında devlet verdiği Yahudilerin varlığını bölgeye hazmettirmek için kurguladığı -sözde- iki devletli taksim planını, 40 yıllık mücadele ve entrika neticesinde Filistin Kurtuluş Örgütü’ne, bölge devletlerine ve uluslararası sisteme kabul ettirmeyi başardı. Ki mesele zaten Filistin’e devlet vermek değildi. Batı Şeria örneğine bakılarak bir Filistin devletinin varlığından bahsetmek, kara bir cehaletten değilse ancak ihanetle açıklanabilir. Nitekim bugüne kadar yapılan savaşlar ve müzakerelerin sonunda Yahudiler, işgallerini ve zulümlerini daha da büyüttüler. Bugün iki devletli plana göre; Filistin Devleti toprağı sayılan Batı Şeria ve diğer şehirlerde, Yahudi varlığı binlerce yeni yerleşim alanları inşa etti. 1 milyona yakın işgalci Yahudi, bu bölgelere gerçek bir savaş olmadıkça çıkartılamayacak şekilde yerleşti. Zira Yahudiler, her taviz kopardıklarında daha da pervasızlaştılar. Geriye, diğer Filistinli direniş gruplarının “iki devletli çözüm” adı altında Yahudi varlığını tanımaları kaldı ki o da zaman içerinde gerçekleşecekti…
Normalleşme Süreci, Aksa Tufanı ve İslâmi Çözüm
Binlerce katliam ve işgalin gölgesinde mübarek Filistin beldesine kurulan büyük kumpasın başarılı olmasının en büyük nedeni, hiç şüphesiz İslâm beldelerindeki rejimlerin ihanetidir. Onlar -tıpkı Yahudi varlığı gibi- İslâm ile savaşında kafir Batı’nın gönüllü aparatı oldular. Batı’nın ne zaman başı sıkışsa, Yahudiler ne zaman dara düşse, ümmet ne zaman kıyam etse onlar zalimlerin yardımına koştular. İki devletli çözümün kabulü konusunda da onlar başrolü oynadı. Özellikle Türkiye, İslâmi direniş örgütü Hamas’ı plana ikna etmek için uzun bir süre çaba gösterdi.
16 Şubat 2006, Türkiye-Hamas’ı silahsızlanma ve “İsrail”i tanıma konusunda ikna etmeye çalışırken Cumhurbaşkanı Gül şu ifadeleri kullandı: “Hamas liderleri 2006 seçimlerini kazandıktan sonra Türkiye’ye geldiler. O zaman kendilerine demokratik davranmaları gerektiğini, İsrail’e roket atmayı bırakmalarını söyledik. ABD ve Avrupalılara Filistin devleti olarak İsrail ile yan yana yaşamaya istekli olduklarını söylemeleri gerektiğini belirttik.”[4]
29 Nisan 2014’te FKÖ liderliğinde Hamas ve İslâmcı direniş gruplarının birleştirilmesi fikri için girişimler yapıldı -ki bu da bir Amerikan planıdır-.[5]
Ve bir kırılma noktası olarak Hamas lideri Halid Meşal, 02 Mayıs 2017’de “1967 sınırları içinde Filistin devletini kabul edeceklerini” duyurdu. [6]
Daha sonra bu gelişmeleri, Türkiye’nin “İsrail”le karşılıklı büyükelçi atamaya kadar taşınan “normalleşme” görüşmeleri takip etti. “Aksa Tufanı” başlamadan kısa süre önce “İsrail” Cumhurbaşkanı Herzog, Ankara-Beştepe’de ağırlandı. 20 Eylül 2023’te Cumhurbaşkanı Erdoğan, Netanyahu ile New York’taki Türk Evi’nde yüz yüze görüştü ve burada ilişkilerin üst seviyeye taşınması için fikir birliğine varıldı. Hatta kravatlar üzerinden şakalaşmalar bile yapıldı. Türkiye’nin bu girişimleri öncesinde Mısır ve Ürdün’e ilave olarak, Birleşik Arap Emirlikleri (BAE), Bahreyn, Sudan ve Fas, Yahudi “devleti” ile “normalleşme” anlaşmaları imzaladılar. Suudi Arabistan ise normalleşme için son hazırlıkları yapıyordu.
Fakat Aksa Tufanı Harekâtı, tüm bu girişimleri akamete uğrattı. Hamas’a bağlı Kassam Tugayları, Yahudilere sarsıcı bir operasyon düzenleyerek dengeleri tekrar değiştirdi. Eğer Arap rejimlerinin, İran’ın ve Türkiye’nin Gazze’ye ihaneti olmasaydı; Aksa Tufanı’nın “ümmet tufanına” dönüşmesi ve Yahudi varlığının yok edilmesi kaçınılmaz olurdu.
Ancak ABD ve Avrupa, her türlü desteği vererek Yahudilere can suyu oldular. Aynı şekilde İslâm İşbirliği Teşkilatı, Aksa Tufanı’ndan 6 hafta sonra Riyad zirvesinde, “Gazze halkının tek temsilcisinin Mahmut Abbas yönetimi olacağına” dair karar alarak toplantının sonuç bildirgesine eklediler. Böylelikle Hamas’a ve Filistinli Müslümanlara yalnız oldukları, cihadı terk ederek teslim olmaları ve El Fetih çizgisine girmeleri gerektiği mesajını verdiler. Sonra Doha-Kahire-Ankara üçgeninde Hamas’a, esir aldıkları Yahudi işgalcileri serbest bırakmaları için baskı üstüne baskı yaptılar ve nihayetinde Türkiye Dışişleri Bakanı Hakan Fidan, “Filistin Devleti’nin kurulmasını müteakip Hamas’ın ayrıca silahlı kanadının olmasına gerek kalmayacağını Hamaslı yetkililer bana ilettiler.”[7] ifadelerini kullandı.
Kuşkusuz bundan sonraki süreç; Hamas’ın, “Gazze’deki soykırımın sona ermesi için silah bırakması gerektiği” konusunda Türkiye ve diğer bölge ülkelerinin baskısı şeklinde devam edecektir. Bunu da 1967 sınırlarında hayali bir Filistin devletini teklif ederek yapacaklardır. Nitekim Cumhurbaşkanı Erdoğan, 6 Mayıs 2024’te ABD-“İsrail”-Mısır tarafından sunulan son ateşkes teklifini kabul eden Hamas’ın bunu Türkiye’nin telkinleriyle yaptığını söyleyerek Hamas’a teşekkür etti.
İşte Yahudi varlığının kuruluşundan bugüne kadar yaşanan tüm olayların motivasyonu; ABD’nin iki devletli çözüm planı temelinde Filistin direnişini teslim almak, hain Mahmud Abbas yönetimi gibi Yahudilerin örtüsü altında yaşayan, ordusu ve egemenlik hakkı olmayan kartondan bir Filistin devleti karşılığında Yahudilerin varlığını Filistin halkına ve tüm Müslümanlara kabul ettirmektir.
Dolayısıyla iki devletli çözüm planı, gerçekliği ve uygulanabilirliği olmayan şerir bir ihanet planıdır. Çünkü Filistin’e vaat edilen şey, devlet değildir; -ister 1948 sınırlarında olsun ister başkenti Doğu Kudüs olan 1967 sınırlarında olsun- teslimiyet ve zillet sözleşmesidir. Zira 76 yıldır verilen sözler bu sebeple yerine getirilmemiştir. ABD meseleye ilişkin bir çözümü olduğunu göstermek için bu planı her platformda dile getirmekte, Müslüman halklara karşı ağızlarında çiğneyecek bir sakız olsun diye İslâm beldelerinin yöneticilerine planın sözcülüğünü yaptırmaktadır.
Hülasa Filistin halkının, mücahit grupların ve tüm Müslümanların bu plana karşı uyanık olması, kesinlikle reddetmesi ve boşa çıkarılması için mücadele etmesi zorunluluktur. Filistin, her karışı korunması gereken mukaddes bir İslâm beldesidir. Filistin ve Mescid-i Aksa’nın özgürleşmesinin yolu, Yahudilerin tahakkümü altında yaşanılacak uyduruk bir devlet değildir. Filistin için İslâmi çözüm; gasp edilen toprak hakkında İslâm’ın verdiği hükümdür. O da; gasıp ile savaşmak, Yahudilerin mübarek topraklardan köklerini kazımak için Müslümanların ordularını harekete geçirmektir. Kalıcı ve köklü çözüm ise Râşidî Hilâfet Devleti’ni kurarak mübarek İsra ve Miraç topraklarını Hilâfet kalkanı ile korumaya almaktır. Allah’ın izniyle o günler uzak değildir.
Rasulullah SallAllahu Aleyhi ve Sellem şöyle buyurmuştur:
“Müslümanlarla Yahudiler savaşmadıkça kıyamet kopmayacaktır. O savaşta Müslümanlar (galip gelerek) Yahudileri öldürecekler. Öyle ki, Yahudi, taşın ve ağacın arkasına saklanacak da, taş veya ağaç; ‘Ey Müslüman, ey Allah’ın kulu, şu arkamdaki Yahudi’dir, gel de onu öldür!’ diye haber verecektir…”[8]
[1] İsrail Cumhurbaşkanı Herzog: “Batı medeniyetini kurtarmak için savaşıyoruz.”, Mepanews
[2] Filistin’in taksim planları; Dünyabülteni.net
[3] Oslo-I Anlaşması; Wikipedia.org
[4] Nükleer tehditte ilk hedef biziz; Sabah.com.tr
[5] Kerry’nin de tapesi çıktı; Sözcü.com.tr
[6] Hamas İsrail’i tanımaya mı hazırlanıyor?; Artıgerçek.com
[7] Hamas’tan barış için önemli adım Cumhurbaşkanı Erdoğan, Haniye ile bir araya gelecek; CNN Türk
[8] Müslim, Fiten, 82