İki Yıl Sonra Gazze: İsrail’i ve Batı’yı Parçalayan Savaş

Çatışma üçüncü yılına girerken, soru artık sadece Gazze hakkında değil. Soru, İsrail’in bu dönemi uzun süredir peşinde olduğu “Büyük İsrail” hayalini gerçekleştirmek için kullanıp kullanmadığı ve bölgenin bu temelde yeniden şekillenip şekillenmediği yönünde.
İki yıl geçti: 7 Ekim 2023’te Hamas’ın sürpriz saldırısıyla başlayan ve Gazze, İsrail ile tüm bölgeyi dönüştüren savaşın üzerinden. Başlangıçta İsrail’in caydırıcılığını yeniden tesis etmeyi amaçlayan bir kampanya olarak sunulan bu süreç, çok daha büyük bir boyuta ulaştı: Gazze’nin harabeye dönmesi, İsrail’in uluslararası itibarının aşınması, benzeri görülmemiş soykırım suçlamaları ve hatta İran ile doğrudan çatışmalar.
İsrail açısından savaş, varoluşsal bir mücadele olarak kurgulandı. Filistinliler açısından bu, on yıllardır görülmemiş boyutta ölüm, kıtlık ve yerlerinden edilme demek. Batı açısından ise bu süreç, sert bir aynaya dönüştü: ikiyüzlülükleri açığa çıkardı, “kurallara dayalı düzen” mitini parçaladı ve hükümetlerin bir devleti savunma uğruna hangi sınırları aşabileceğini gösterdi.
Batı’nın Kutsal Değerlerinin Ölümü
On yıllarca Batılı hükümetler, ifade özgürlüğü, insan hakları, protesto hakkı ve uluslararası hukukun kutsallığı ekseninde ahlaki üstünlük iddiasında bulundu. Bu değerler Soğuk Savaş sonrası düzenin temelleriydi; Rusya’dan İran’a kadar rakiplere karşı kullanılıyordu. Ama Gazze, bu değerlerin ne kadar içinin boş olduğunu gözler önüne serdi.
İfade özgürlüğü, uzun süre mutlak kabul edilirken şimdi yan notlarla geliyor. İsrail’i eleştiren gazeteciler, akademisyenler ve kamuoyu figürleri işlerini, sözleşmelerini, platformlarını kaybetti. Bir zamanlar ifade özgürlüğünü korumayı amaçlayan yasalar, artık sansür aygıtı haline getiriliyor. ABD’de bile TikTok yasağı, kısmen Gazze’den gelen filtrelenmemiş görüntülerin yayılması gerekçesiyle savunuldu. Protesto hakkı da benzer bir çöküşle karşılaştı: İngiltere’de Palestine Action gibi gruplar askeri ekipmana zarar verdikleri gerekçesiyle terör örgütü ilan edildi, Fransa ve Almanya’da gösteriler tamamen yasaklandı, ABD’de protesto eden yabancı öğrenciler sınır dışı tehdidiyle karşılaştı. Boya fırlatmak terörizmle eşit sayıldı; sivil itaatsizlik ekstremizmle aynı kefeye kondu.
Uluslararası hukuk ise evrensel iddiasından arındı. Uluslararası Ceza Mahkemesi (UCM) İsrailli liderler için tutuklama kararı çıkardığında, Senatör Lindsey Graham küstahça, “Roma Statüsü İsrail’e, ABD’ye, Fransa’ya, Almanya’ya ya da İngiltere’ye uygulanmaz; çünkü bu anlaşma bizi kapsayacak biçimde düşünülmemişti” dedi.
Batı, bir nüfusu açlığa mahkum ederken, hastaneleri bombalarken ve evleri yıkarken susuyorsa; Rusya’yı Doğu Ukrayna’yı temizlemekle, Çin’i Tayvan’ı ilhak etmekle suçlama hakkını nereden alabilir? “Bir daha asla” sloganı şimdi boş bir pankarttan ibaret.
ABD ise Mayıs 2025’te iki çelişkili vize politikasıyla komik bir sahneye dönüştü: biri İsrail’i eleştiren yabancıları engelliyor, diğeri ABD’de ifade özgürlüğünü kısıtlayanları sınır dışı etmeye çalışıyordu. Eleştiri yaparsan sansürleniyorsun, sansür yaparsan cezalandırılıyorsun. ABD içinde ABD’yi eleştirebilirsin ama İsrail’i eleştirirsen ülkeye giremezsin. ABD bugün özgürlüğü konuşurken sansür uyguluyor; demokrasiyi övüyor ama muhalefeti bastırıyor.
Batı’nın kutsal değerleri düşmanla değil, kendi içinden çöktü. Soğuk Savaş’tan galip çıkan Batı, rakipsiz kaldığı halde kendi çelişkileriyle boğuluyor. Ekonomik modeli uç noktalarda eşitsizlik yarattı, askeri gücü Irak ve Afganistan’da çürüdü, demokrasi idealleri iç krizlerle zayıflatıldı.
İsrail’in İtibar Krizi
7 Ekim’in ikinci yıl dönümünde, İsrail’in “varoluşsal mücadele” söylemi tamamen itibarını yitirdi. Bu anlatı yıllarca sürdürüldü, ama bugün İsrail en büyük itibar krizini yaşıyor.
Sorunlar 7 Ekim’den hemen sonra başladı: İsrail’in ileri sürülen iddiaları teker teker çürütüldü. Resmi açıklamalar, Filistinliler için ne planladıkları sırayla açıklandı: su, elektrik, gıda kesintileri, hatta nükleer silahlar konuşuldu. Bu vaatlerin hayata geçmesi ve sosyal medyayla yayılması, Batı’da şok ve öfke yarattı.
Propaganda makinesi tam gaz çalıştı: Hamas’ı ortadan kaldırmak, rehine krizini çözmek iddiası öne çıkarıldı. Ama görüntüler, Gazze’nin toplu yıkımını gösteriyordu. İsrail, antisemitizm suçlamalarıyla eleştirileri susturmaya çalıştı; ama çelişkiler ve saldırı görüntüleri, kalan itibarını da eritti.
İsrail’in Yarattığı Kıtlık
7 Ekim saldırılarının hemen ardından Savunma Bakanı Yoav Gallant, Gazze’ye tam kuşatma uygulanacağını: “Elektrik, gıda, yakıt olmayacak” dedi. Bu, ablukanın ötesinde sistematik yoksunluk stratejisi anlamına geliyordu. Rehineler serbest bırakılıncaya dek tam engel uygulanması önerildi.
Gazze uzun süredir yardım erişiminde sınırlıydı, ama açlık ve kıtlık görüntüleri tüm dünyayı alarma geçirdi. Propaganda makinesi BM ve yardım kuruluşlarını yetersizlikle suçlamaya devam ediyor; Hamas’ı yardımı çalmakla suçluyor. İsrailli yetkililer kitlesel açlığı reddetse de kanıtlar üst üste geliyor.
Politika açık: Gazze’de açlık ve yoksunluk savaş aracı olarak kullanılıyor. Yardım tedarikinin engellenmesi, altyapının yıkılması, yardımlarda askeri ortaklıklara girilmesiyle İsrail devasa bir “açlık mimarisi” kurdu. Uluslararası eleştiriler arttıkça kamuoyu İsrail’e karşı dönüyor, yardım dağıtımının tarafsızlığı ve sivil canların korunması çağrısı yükseliyor.
İşte bu nedenle UCM, Netanyahu ve Gallant hakkında “açlığı bir savaş yöntemi olarak kullanma” gerekçesiyle tutuklama kararı çıkardı. Bu, tarihte kitlesel açlığa dayalı ilk savaş suçu davası.
Soykırım Faili Konumuna Düşen Devlet
İsrail, Nazi soykırımından kurtulanlar adına kuruldu. Fakat iki yıl sonra; soykırımı belgelemek amacıyla oluşturulan kurumlar, insan hakları örgütleri, soykırım uzmanları ve İsrail içindeki hak örgütleri, İsrail’in uygulamalarının soykırım tanımına uyduğunu ileri sürüyor.
Amnesty International’dan Human Rights Watch’a, İsrail içinden hak örgütlerine kadar pek çok kurum, İsrail’in eylemlerinin Birleşmiş Milletler’in soykırım tanımına uygun olduğunu belirtiyor. BM’nin 2025 Mart raporunda Gazze’de doğum klinikleri ve embriyo tesislerinin hedef alındığı, kadın sağlık merkezleri, reprodüktif kapasite üzerindeki etkiler detaylandırıldı. Nüfusun doğurganlığını etkilemeye yönelik eylemler, soykırımın beş temel fiilinden biridir.
İsrailli liderlerin Filistinlileri düşmanlaştıran söylemleri, ‘Gazze’yi dümdüz etme’ vaatleri ve evlerin sistematik yıkımı niyeti açıkça ortaya koyuyor. 15 Mart 2025’te ateşkesi sabote eden İsrail, 18 Mart’ta yeniden bombardımana başladı; tarihte modern dönemde 24 saatte en fazla çocuk katliamı gerçekleştirildi: 200 çocuk ve 100 kadın öldü. Soykırım damgası artık marjinal değil, ana akım haline gelmiş durumda.
İsrail İçindeki Mutabakat ve Toplumsal Eğilimler
İsrail içinde protestolar sürüyor; Netanyahu’nun ikametgahı önünde dahi gösteriler düzenleniyor. Rehinelerin serbest bırakılması isteyen büyük bir kamuoyu oluştu. Yaygın inanış, İsrail’in radikal dinci sağ gruplar tarafından ele geçirildiği yönünde. Mevcut liderlik birçok anketin hedefinde; halk “artık yeter” diyor.
Ama Netanyahu sonrası bir İsrail’in rotasını yeniden belirleyebileceği düşüncesi gerçekçi değil; zira halk ve ana muhalefet partileri, Filistinliler, işgal rejimi ve statüko konularında hükümetle büyük oranda örtüşüyor. İsrail’de kamuoyu, Filistinlilerin acılarına empati göstermiyor; ana akım medya bu acıları büyük ölçüde göz ardı ediyor. Sivil kayıpları ve yıkımı Hamas’ın suçu saymak yaygın bir kanaat haline gelmiş durumda.
Anketler gösteriyor ki, siyasiler Netanyahu üzerine odaklansa da esas sorun o değil: İsrail toplumu, siyaseti ve kültürü son on yıllarda dönüşmüş durumda. Netanyahu’nun iki devletli çözüme karşı çıkması, %60 civarında Yahudi İsrailli’nin sağ ideolojik duruşuyla paralel. Ana akım muhalefetin çoğu bile bu söylemlerden uzak durmuyor. Geleneksel sol-sosyalist partiler bile Filistin meselesini gündeme almaktan çekiniyor.
2025 Haziran’da İsrail Demokrasi Enstitüsü’nün yaptığı araştırmaya göre Yahudi İsraillilerin %60’ı kendini sağ olarak tanımlıyor, sadece %12’si solcu. Bu eğilim 7 Ekim öncesinden geliyor; 2022 seçimleri öncesinde Filistin meselesi nadiren gündeme geliyordu.
Rehineler ve Gerçek Öncelikler
7 Ekim’de yaklaşık 251 rehine alındı; 148’i esir takaslarıyla serbest bırakıldı. 8 kişi kurtarıldı, yaklaşık 49 defin edilmiş cenaze geri döndü. Bugün tahminen 60 rehinenin hâlâ Gazze’de olduğu, bunların yarısının öldüğü tahmin ediliyor.
İsrail liderleri, tüm rehineler kurtarılmadıkça savaşın devam edeceğini açıkladı. Başlangıçtan itibaren operasyonlar rehineleri kurtarmak bahanesiyle yürütüldü. Ancak eylemler, rehine sorununu değil, daha büyük stratejileri gösteriyor.
Rehine yakınları protestolar düzenliyor; kamuoyu büyük ölçüde bir pazarlık bekliyor. Ama Tel Aviv yeni operasyonlara başlıyor. Rehineleri kurtarma stratejisi büyük ölçüde askeri baskıya dayanıyor: hava bombardımanı, kara harekâtı, tünellere operasyonlar.
Shin Bet ve IDF, insansız hava araçları, sinyal istihbarat, yakalanan Hamas militanlarının sorgulanması gibi yöntemlerle rehine hareketlerini takip ediyor. ABD ve İngiltere ile istihbarat işbirliği yapılıyor.
Askeri baskılara rağmen, İsrail çoğu rehine için arabulucular aracılığıyla görüşmeler yapmak zorunda kaldı: Mısır, Katar ve ABD süreçlerde rol aldı. Kasım 2023’teki geçici ateşkeste 100’ün üzerinde rehine serbest bırakıldı. Ancak İsrail bu stratejiye rağmen savaşı sürdürmekte kararlı. Hamas, tüm rehinelerin serbest bırakılmasının kalıcı ateşkesle bağlantılı olması şartını koydu; İsrail bunu kabul etmiyor.
Nisan 2025’te maliye bakanı Bezalel Smotrich, rehineleri “en önemli hedef” olarak görmediğini söyledi. “Elbette önemli bir hedef, ama Hamas’ı yok etmek daha öncelikli” ifadesini kullandı.
Rehine yakınları protestoları büyütürken, İsrail yetkilileri bu aileleri sürekli küçümsüyor, hakaret ediyor. Netanyahu, Hamas tamamen yok edilmeden savaşın bitmeyeceğini tekrarlıyor. Aşırı sağ kültür bakanı ise çoğu sivil olan rehinelerin savaş bittikten sonra verileceğini söyledi. Anketler halkın çoğunun savaşın rehine karşılığı sona ermesini desteklediğini gösteriyor, ama hükümet rehineleri bir öncelik olarak görmüyor; onları sorun sayıyor.
Savaştan Sonra Gazze: Planlar, Ama Filistinliler Hariç
Gazze savaşı sona erdikten sonraki gün için birçok öneri ortaya atıldı. Son iki yılda belirgin olan yaklaşım: Hamas’ın rolü olmayacak, Filistinliler ise tartışmaların dışında tutulacak; sadece muhatap görülecekler.
İlk öneri Mısır’dan geldi: beş yıllık kalkınma planı, erken iyileşme (6 ay), çok yıllı yeniden yapılandırma, enkaz temizliği ve altyapı inşası. İsrail ve ABD bu öneriyi “güvenlik açısından yeterli değil” diyerek eleştirdi.
Netanyahu’nun planı, Gazze’nin tamamen askerî kapasitesinden arındırılması, iç düzen için gereken dışı yasaklanması ve kalıcı İsrail kontrolü öneriyordu. Yerel yöneticiler, silahlı gruplarla bağlantısı olmayanlar olacaktı fakat plan Gazze halkı ve Arap liderlerden büyük tepki aldı.
En yeni öneri Trump’ın Riviera Planı: kapsamlı kentsel dönüşüm, Gazze halkının yeniden yerleştirilmesi, çok taraflı vesayet ve dış gözetim, Hamas’ın silahsızlanması. Tony Blair de plana katkı sunuyor. Ancak planda halkın göçü ve sürgün stratejisi açıkça yer alıyor.
Savaş sonrası Gazze için esas kaygı İsrail’in güvenliği. İsrail her ateşkesi ve anlaşmayı sabote ediyor; Gazze’yi nüfusun yaşanamaz hale gelmesini amaçlayan bir alana dönüştürmek istiyor. Filistinlilerin ve bölgenin ihtiyaçları, İsrail ve Batı için ikincil. Pek çok plan, halkın yer değiştirmesine dayanıyor.
Büyük İsrail Hedefi
7 Ekim’in ikinci yıl dönümünde, İsrailli yetkililer artık Büyük İsrail planlarını saklamıyor; ideallerini açıkça dile getiriyor. Gazze sadece başlangıç. İsrail daima iki devletli çözüme karşı oldu; toprak vermez, fetheder, ilhak eder ve Filistinlileri sürmeyi hedefler. Netanyahu, bir röportajında “Büyük İsrail” fikriyle bağını açıkça ifade etti. Bu, etrafındaki Arap liderlere: “Ülkeleriniz üzerinde gözü olan bir İsrail var” mesajıdır.
Büyük İsrail vizyonu, Nil’den Fırat’a uzanan sınırlar demektir. 1948’deki sürgünden başlayarak İsrail, toprak genişletmeye yöneldi; sonraki dönemde Mısır, Ürdün, Suriye ile savaşlar yaşadı. 1980’lerden itibaren İsrail, bölgede güvenliğini tesis etti. 7 Ekim sonrası Trump yönetiminden destek bulan İsrail, bu genişleme stratejisini Gazze, Lübnan, Suriye üzerinde uygulamaya koydu.
Lübnan’da askeri üsler kurdu; “gözlem noktaları” olarak adlandırıyorlar. Artık çekilmeyeceğini kabul ediyor. Suriye’de Esad rejimi çökerken İsrail Golan tepesini ilhak etti, güney Suriye’yi silahsız bölge ilan etmek istiyor. Kamusal operasyonlarla Şam çevresine askeri saldırılar düzenliyor.
Büyük İsrail, Gazze ve Batı Şeria’daki Filistinlilerin sürgün edilmesini gerektirir. İsrail, bu alanları yaşanamaz hale getirerek halkı Ürdün veya Sina’ya sürmeyi planlıyor. “Güvenlik” kavramı, bölgesel müdahalelerin meşruiyetinde örtü vazifesi görüyor.
Bugün İsrail, stratejik haritayı yeniden çiziyor. Hem Hizbullah’ı hem Hamas’ı kırdı; İran’ın Suriye-Lübnan’daki lojistik hatlarını kesti. ABD’ye bu stratejiyi benimsetti ve Washington’ın çıkarına olduğunu göstermekle büyük başarı sağladı. Katar’a yaptığı saldırı, bu stratejinin teyidi oldu. İkinci Dünya Savaşı sonrası inşa edilen Orta Doğu modeli sona eriyor; İsrail, ABD garantörlüğüyle yeni bölgeyi kuruyor.
İran’ı Kışkırtmak: Bölgesel Savaş Arayışı
İsrail, 7 Ekim öncesinde dahi İran ile gölge savaş halindeydi. Suikastlar, siber saldırılar, vekil gruplar kullanma gibi yöntemlerle doğrudan çatışmadan kaçınıldı. İran, İsrail’i varoluşsal tehdit olarak görüyor.
7 Ekim sonrası İsrail, İran’ı bölgesel savaşa çekmek istiyor. Ama bu çatışma, ABD’nin desteği altında gerçekleşmeli; böylece Tahran rejimi nihai olarak zayıflatılabilirdi.
Nisan 2024’te Suriye’de İran konsolosluğu vuruldu. İran kısa sürede misilleme mesajları verdi. ABD ve İran diplomatik yollarla mesaj alışverişine başladı. İran Dışişleri Bakanı Amir-Abdollahian, İsviçre üzerinden ABD’ye mesaj gönderdi: “Siyonist rejimin destekçisi konumundasınız.” Uzman analizler, İran’ın İsrail’i prestij kaybettirmeye yönelik ölçülü saldırılar düzenleyeceğini öne sürdü.
31 Temmuz 2024’te İsrail, Tahran’daki Ismail Haniyeh’i suikastla öldürdü. İran askeri karşılık vermedi. Haziran 2025’te “12 günlük savaş” yaşandı: İsrail, İran topraklarını vurdu; İran balistik füzeler ve insansız hava araçlarıyla yanıt verdi. Tel Aviv’e yağmur gibi füzeler inerken, ABD devreye girdi. İran, ABD’ye saldırı öncesi uyarı verdi; ABD B-2 bombardıman uçaklarıyla İran’ı vurdu. Operasyonun sınırlı olduğu vurgusu öne çıktı: yalnızca nükleer tesislere yönelikti. ABD ve İran, geniş bir savaşı engellemek üzere koordinasyon sağladı.
Sonuç — Yeniden Şekillenmiş Bir Bölge
İki yıl sonra Gazze harap durumda. Açlık savaş silahı haline geldi; soykırım suçlamaları artıyor; İsrail’in itibarı sarsıldı. Buna rağmen İsrail, askeri olarak güçlenmiş, politik olarak utanmaz ve bölgesel olarak daha iddialı. Batı ise değerlerini kendi içsel çelişkileri uğruna feda etti. İfade özgürlüğü, protesto hakkı ve uluslararası hukuk, rakip ideolojiler tarafından değil, Batı’nın kendisi tarafından teslim edildi.
Yeni bir Orta Doğu kurulsun deniyor: genişleme, işgal ve güç mücadelesi üzerine kurulu. İsrail, ABD desteğiyle bu yeni modelin merkezine oturuyor. Eski düzenin kutsal değerleri öldü; şimdi yerine ne gelecek?