#ABD #Amerika #Düşünce #Filistin #Genel #Güvenlik #Jeopolitik #Ortadoğu #Siyaset #Tarih #Tema #Türkiye #Yahudi Varlığı

Erdoğan-Netanyahu Restleşmesi Bir Hakikat mi?

Erdoğan-Netanyahu Restleşmesi Bir Hakikat mi

Yahudi varlığı İsrail’in son iki yıldır Gazze’de sürdürdüğü soykırım ve katliam halen devam ediyor ve Türkiye’nin de aralarında bulunduğu dünya ülkeleri sessizliğini koruyor. Şu ana kadar bu soykırımın durdurulması yönünde herhangi bir devlet tarafından henüz somut bir adım atılabilmiş değil. Yahudi varlığı sadece Gazze’de değil çevre ülkelerde de terör estirmeye devam ederken devletler arası düzen kesintisiz desteğini sürdürüyor.

Haliyle bu durum, sadece Müslüman halkları değil, tüm dünya halklarını ayağa kaldırmış durumda. Dünyanın birçok ülkesinde ve Türkiye’de bugüne kadar sayısız protesto gösterisi ve yürüyüşler yapıldı. Halk tepkisinin ve baskısının artmasından endişe eden iktidarlar, Gazze için bir şeyler yaptıklarını göstermeye, zulme sessiz kalmadıklarını vurgulamaya çalışıyorlar. Cumhurbaşkanı Erdoğan da bu liderlerden biri.

Türkiye’nin İsrail ile ilişkileri 1948 yılından bu yana hiç aksamadan devam etti. Türkiye diplomatik, askeri ve ticari ilişkiler başta olmak üzere İsrail ile bağlantılarını hiçbir kriz döneminde koparmadı. Örneğin 1967 savaşı sırasında veya I. ve II. İntifada dönemlerinde Türkiye’nin Yahudi varlığı ile ilişkileri hiç kopmadı. 2010 yılında vatandaşlarının ölümüyle sonuçlanan Mavi Marmara olayında bile İsrail ile ilişkiler kesilmedi, ticari ilişkiler her sene artarak devam etti. Son iki yıldır süregelen Gazze krizi sırasında da Türkiye bu ilişkileri açıkça kesmeye yanaşmadı. Diplomatik temsilcilikler kapatılmadı, askeri ve ticari ilişkiler kesilmedi. Gelen tepkiler üzerine aşamalar halinde ticaretin kesildiği söylenerek doğrudan olmasa da dolaylı yollardan ilişkilerin sürdüğü deniz trafiğine ilişkin verilerden açıkça görülebiliyor. Ayrıca BTC boru hattı üzerinden yapılan petrol akışının hiç kesilmediği, AKP Grup Başkanvekili Özlem Zengin’in varil başına 1,27$ komisyon alıyoruz açıklamasıyla teyit edilmiş oldu.

Gazze’de masum bebekleri, çocukları, kadınları ve hastaları vahşice hedef alan saldırılar sonucu 7 Ekim’den bu yana Filistin halkı Yahudi varlığı eliyle yaşadığı korkunç ve yıkıcı katliamların yanı sıra şimdi de birkaç aydır aç bırakma politikasıyla pençeleşiyor. Gazze’ye bir yudum su, bir parça ekmek götürülemiyor. Gazze ablukasını kırmak üzere harekete geçen gemiler engelleniyor. Yine de Türkiye’nin de dahil olduğu halkı Müslüman ülkeler Gazze halkının yardımına yetişmek için bugüne kadar hiçbir somut adım atmadı.

Gazze halkına hiç kimse yardım etmediği gibi, Yahudi varlığının pervasız ve hukuku ayaklar altına alan saldırılarını da hiç kimse durduramıyor. Dilediği zaman Suriye, Lübnan ve Yemen’i vuruyor. Birçok ülkede suikastlara girişiyor. Bunların son örneği 10 Eylül’de Yahudi varlığının Katar’da bulunan Hamas heyetine yönelik suikast girişimiydi. Bu suikast girişimi sonrası yaptığı saldırıyı meşru gören Netanyahu dünya kamuoyunda büyük tepki çeken şu açıklamayı yaptı: “Katar’a ve teröristlere ev sahipliği yapan tüm ülkelere sesleniyorum: Ya onları sınır dışı edin ya da adalete teslim edin. Aksi halde biz yaparız”. Bu açıklamalara rağmen halkı Müslüman olan ülkelerin yöneticilerinden hiçbiri somut adım atmadı sadece bir araya gelme kararı aldılar.

Gazze’ye karşı hiçbir adım atmayan 57 Müslüman ülkenin yöneticileri Katar ile dayanışma adı altında 15 Temmuz’da İİT toplantısında bir araya gelip her zaman olduğu gibi yine bir göstermelik kınama açıklaması yaptılar. Aynı gün Yahudi varlığı başbakanı Netanyahu, bu etkisiz liderlere adeta Gazze’den sonra sıranın Kudüs’te olduğu mesajını verircesine şu açıklamayı yaptı: “Kudüs bizimdir, bizim kalacak ey Erdoğan”.

Bu açıklamayı tam da ABD Dışişleri Bakanı Marco Rubio ile birlikteyken yaptı ve doğrudan Cumhurbaşkanı Erdoğan’a hitap etti. Bu durum sanki ABD destekli İsrail ile Türkiye arasında bir restleşme olduğu yönünde bir algı oluşturdu. Kendilerine gün doğmuş gibi sevinen troller de bu restleşme üzerinde tepinmeye başladı. Oysa Türkiye’nin Gazze konusunda hiçbir adım atmadığı ve ilişkilerini hiç kesmediği, sadece ilişkilerin şeklinin ve formatının değiştiği adeta unutuldu.

16 Eylül’de Netanyahu’ya cevap veren Erdoğan, onu Hitler’e benzeterek soykırım yaptığı imasında bulundu, ancak bu soykırım karşısında Müslüman halkların nasıl harekete geçmesi konusuna hiç değinmedi, sadece eleştirmekle ve suçlamakla yetindi. Yahudi varlığının İslam’ın ve Müslümanların düşmanı olduğuna ve Gazze’deki masum halkı katletmekten zevk aldığına şüphe yok. Mesele, bizim, ülkelerimizin ve ordularımızın nasıl bir duruş sergilemesi gerektiği meselesidir.

Açıklamaların ertesi gün de devam eden Erdoğan, Yahudi varlığının zalim ve barbar olduğunu, kendilerinin mazlumlara sahip çıktığını, dört asır boyunca Kudüs’ün hamiliği şerefinin kendilerine ait olduğu, kimsenin Kudüs’ü kirletmesine müsaade etmeyeceklerini söyledi. Oysa Gazze’nin bugün hala açlık ve soykırımla karşı karşıya olması, bunu durdurmaya yönelik hiçbir adım atılmaması, hatta ablukayı kırmaya yönelik harekete geçen gemilerin bile sahipsiz bırakılması, bu söylemin maalesef yalnızca laftan ibaret kaldığını göstermiştir. Üstelik Türkiye Cumhuriyeti kurulduğu günden bu yana Yahudi varlığının yanında olmuş, Filistin halkıyla dayanışma söylemleriyle yetinilmiştir. İsrail vatandaşlarına vize uygulamazken Filistin vatandaşlarına Türkiye tarafından vize uygulanması bunun örneklerinden biridir.

Üstelik Yahudi varlığının temelleri 1917 Balfour deklarasyonuyla atılmıştır ve yeni kurulan Cumhuriyet bu deklarasyona karşı çıkmamış, İngiliz manda yönetiminin himayesindeki Yahudi terör şebekelerinin Filistin topraklarını parça parça kemirmesine karşı harekete geçmemiştir. Erdoğan ayrıca “O topraklarda asırlarca hüküm sürdük. Misafir veya işgalci değiliz, Kıyamete kadar buradayız” diyordu. Dolayısıyla Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın sözünü ettiği dört asırlık şeref bu Cumhuriyete ve yöneticilerine değil, Osmanlı Hilafet Devleti ve yöneticilerine aittir. Maalesef Müslümanların şu anda orada hiçbir varlığı ve gücü yoktur ki misafir veya işgalci değiliz sözünün bir anlamı olsun. İsrail’i haritadan silerek Filistin topraklarını Yahudi pisliğinden temizlemek üzere harekete geçecek ordular söz konusu olmadıkça da Kıyamete kadar buradayız sözünün hiçbir ağırlığı olmayacaktır.

Dün Suriye’de ikinci bir Hama olmasına müsaade etmeyeceğiz dediğinde 30 bin olan Suriye’deki ölü sayısı, Türkiye’nin hiçbir adım atmamasından sonra bir milyona ulaşmıştı. Keza bugün de Gazze’yi Yahudi vahşetine terk eden Türkiye’nin Kudüs’ün kirletilmesine müsaade etmeyeceğiz sözünün hiçbir ağırlığı yoktur. Zira fanatik Yahudi liderleri zaman zaman Mescid-i Aksa’yı işgal etmekte, Mescidin altı oyulmaya devam etmektedir. Hatta Netanyahu bu açıklamasını yaparken Marco Rubio ile birlikte Mescidin altının oyulduğu inşaat alanını ziyaret ediyordu. O halde bu sözün hiçbir gerçekliği yoktur. Bir diğer husus Erdoğan’ın “Doğu Kudüs üzerindeki haklarımız” ifadesini kullanmasıdır. Bu da Kudüs’ün kirletilmesinden söz ederken sadece Doğu Kudüs’ü kastettiği ve Mescid-i Aksa’nın da içinde bulunduğu Batı Kudüs’ü Yahudi varlığına terk ettiği anlamına gelmektedir.

Geçmişte seçim meydanlarında “Biz kaybedersek Gazze kaybeder, Filistin kaybeder” diyen ve seçimleri kaybettikleri gibi Gazze’yi ve Filistin’i de yok olmaya mahkûm edenler tarih önünde de mahkûm olacaktır. Benzer şekilde bu sözde restleşmeyi yorumlayan MHP lideri Bahçeli şöyle diyordu: “Kudüs düşerse Ankara kaybeder, İstanbul kavrulur.”

Bu sözlerin tıpkı Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın yaptığı gibi, toplumdaki tepkiyi hafifletmek, halkın öfkesini yatıştırmak ve Filistin için güya bir şeyler yaptıklarını göstermek üzere sarf edilmiş hamasi sözler olduğuna şüphe yoktur. Bunun delili, Bahçeli’nin aynı konuşmasında çözüm olarak TRÇ adını verdiği Türkiye-Rusya-Çin ittifakıdır ki Rusya, Suriye’de katledilen yüzbinlerce Müslümanın katili, Çin de Doğu Türkistan’daki Uygur Müslümanların katilidir.

Özetle; Erdoğan ile Netanyahu arasında yaşandığı söylenen restleşme, gerçekte bir hakikat değil, bir algı operasyonudur. Zira Türkiye Cumhuriyeti, kurulduğu günden bu yana Yahudi varlığını meşrulaştırmış, onunla diplomatik, askerî ve ticari ilişkilerini hiçbir dönemde kesmemiştir. Bugün de Gazze bombalar altında inlerken, abluka kırılmamış, petrol akışı durdurulmamış, ticaret kesilmemiştir. Erdoğan’ın sözleri, meydanlarda ve ekranlarda alkış toplasa da, sahada Gazze’ye nefes aldıran tek bir somut adıma dönüşmemiştir.

Bu sözde restleşmeler, halkın öfkesini yatıştırmak için sergilenen bir tiyatrodan ibarettir. Netanyahu’nun “Kudüs bizimdir” demesine karşılık Erdoğan’ın “Kudüs bizim kalacak” çıkışı, ümmeti tatmin edecek bir meydan okuma değil, sadece sözlerin savaşıdır. Oysa Yahudi varlığının barbarlığına karşı söz değil, fiil gerekir. Eğer ümmetin orduları harekete geçirilmedikçe, Kudüs’ün kirletilmesine, Gazze’nin açlığa ve katliama terk edilmesine karşı adım atılmadıkça bu restleşmelerin hiçbir kıymeti yoktur.

Hakikat şudur ki: ümmetin evlatları sokaklarda, meydanlarda haykırırken, yöneticileri koltuklarına sarılıp Yahudi varlığıyla dostluğunu sürdürmektedir. Bu ikiyüzlülük tarih önünde mahkûm olacak, Filistin, ancak bir Halifenin gölgesi altında ordularına emir verdiği zaman yeniden İslam’ın olacaktır.