Cumhuriyetin Gölgesinde Kürt Siyaseti

Ortadoğu’nun en kadim halklarından biri olan Kürtler, Osmanlı Hilafet Devleti’nin yıkılmasının ardından kurulan ulus-devletlerin sınırları içinde ağır baskılara maruz kaldılar. Türkiye, İran, Irak ve Suriye gibi ülkelerde önemli bir nüfusa sahip olmalarına rağmen, bu devletlerin Kürtlere yönelik politikaları genellikle güvenlik endişeleri, ulusal bütünlük anlayışı ve merkeziyetçi yönetim biçimleri üzerinden şekillendi.
20.yüzyıldan itibaren Kürt meselesi sadece etnik veya kültürel bir sorun olmaktan çıkıp ABD ve Batılı güçlerin bölgesel çıkarları doğrultusunda şekillenen, iç ve dış siyaseti doğrudan etkileyen bir unsur haline geldi. Böylece Kürt meselesi, uluslararası sömürgeci emeller ile iç içe geçmiş çok boyutlu bir meseleye dönüştü.
Türkiye’de Kürt Politikalarının Seyri
1923–1945: İnkar ve Asimilasyon Dönemi
Cumhuriyet’in kuruluş felsefesi olan Türk ulus-devleti, “tek millet” anlayışı üzerine inşa edildi. Bu anlayış çerçevesinde Kürt kimliği inkâr edildi. Aynı zamanda Kürtçe konuşmak, yazmak, hatta Kürt olduğunu ifade etmek yasaklandı. Laik jakoben sistem, Kürtlerin hem İslami hem de etnik kimliğini bastırmaya çalıştı. “Dağ Türkü” gibi ifadelerle Kürtler yok sayıldı. Eğitim müfredatından hukuka kadar her alanda asimilasyon politikaları benimsendi.
Şeyh Said kıyamı bastırıldıktan sonra uygulanan siyaset ve beraberinde yaşanan hadiseler tamamen bir felaket senaryosuydu. İngiltere yörüngesinde hareket eden Kemalist kadro, laik rejime muhalif olan düşünce ve eylemlere karşı sert güvenlik politikalarına başvurdu. Dolayısıyla 1923 ve 1945 yılları arasında hükümetlerin uyguladığı baskı, inkâr ve asimilasyon politikalarının hedefi haline getirilen Kürtlere, laik-ulus bilincini kazandırmak için sisteme tamamen entegre etme politikası güdüldü.
1946–1960: Menderes Dönemi
İkinci Dünya Savaşı sonrası dünya iki kutuplu güç haline geldi: ABD öncülüğündeki Batı bloğu ve SSCB öncülüğündeki Doğu bloğu. Savaş sonrası değişen güç dengeleri Türkiye’nin iç siyasetinde etkisini gösterdi. ABD’nin elde ettiği siyasi, askeri ve ekonomik gücün baskısıyla İngilizlerin egemen olduğu Türkiye siyasetinde dönüm noktası sayılan gelişmeler meydana geldi.
Demokrasi ve halkların özgürlüğü adı altında bayraklaşan sloganlar ve dayatmaların neticesinde 1946 yılında Türkiye’de çok partili sisteme geçildi. 1950 yılında ABD destekli Demokrat Parti (DP) iktidara geldi. Adnan Menderes liderliğindeki Demokrat Parti hükümeti Kürt politikalarında yumuşama yolunu izledi. Menderes hükümeti Kürt sorununu “ekonomik geri kalmışlık” olarak tanımlayarak bu çerçevede adımlar attı. Aynı zamanda Menderes, Kürt aşiret ve şeyhleriyle iyi ilişkiler kurmanın sonucunda yapılan bütün seçimleri lehine çevirdi. Ancak sistemin Kürtlere olan bakışı ve Menderes hükümetinin izlediği politika, Kürt kimliğini resmi anlamda tanımaya yanaşmadı.
1960–1980: Sol Hareketler, Baskı ve Radikalleşme
Cunta yönetimlerinin iktidarda olduğu bu dönemde Kürt politikası, tekrar baskı ve asimilasyon çerçevesinde yürütüldü. 1960 darbesi sonrası hazırlanan anayasada meydana gelen kısmi özgürlükler, Türkiye gündeminde sol-sosyalist fikirlerin hayat bulduğu bir dönemi meydana getirdi. Ordunun kontrolünde icra edilen baskı politikaları, okuyan ve sorgulayan Kürt gençlerin sol hareketlerle tanışmasına ve beraber hareket etmesine neden oldu.
Kürt gençleri doğuda yaşanılan haksız ve hukuksuz uygulamalara karşı sosyalist fikir temelinde yol almaya çalışan örgütlü yapılar kurdular. KUK, Ala Rızgari, Kawa ve PKK gibi milliyetçi yapılar bu zeminde doğdu. Bu hareketlerin yaptığı eylem ve faaliyetler nedeniyle Kürt meselesi artık devlet nezdinde etnik bir sorun olarak değil, “sol tehdit ve bölücü unsur” olarak karşılık görmeye başladı. Bu milliyetçi ve sosyalist örgütlerin faaliyetleri, devletin Kürt halkına yönelik baskı politikalarının dozunu iyice artırmasına sebep oldu.
1980–1990: Darbe, İşkence ve Radikalleşmenin Derinleşmesi
12 Eylül askeri darbesi, Kürt halkı için karanlık bir dönemin başlangıcı oldu. Bu tarihten itibaren izlenen politikalar, 1925-1946 yılları arasında uygulanan sert ve katı politikaları aratmaz oldu. 1982 yılında Kara Kuvvetleri Komutanlığı tarafından hazırlanan “Türkiye’de Bölücü ve Yıkıcı Akımlar” adlı kitapçıkta “Kart-Kurt” argümanı ile bilimsel olarak gerçekliği olmayan inkâr tezleri tekrar raflardan indirilerek işlenmeye çalışıldı.
Hükümetler, Doğu ve Güneydoğu bölgesine insani temel ihtiyaç olan eğitim, sağlık, alt yapı ve ekonomik kalkınma alanlarında hiçbir yatırım yapmadığı gibi bölgeye katı yaptırımlar uyguladı. Aynı zamanda bölge halkını kamu hizmeti alanlarından uzaklaştırarak sokakta, çarşıda ve pazarda Kürtçe konuşmayı yasakladı. Bu zalimane uygulama ve müdahaleler, bölgede bölücü ve ayrılıkçı silahlı örgütlerin palazlanmasının yolunu açtı.
1978 yılında Diyarbakır’ın Lice ilçesinin Fis köyünde Abdullah Öcalan tarafından kağıt üzerinde kurulan PKK, 1979’da Bucak aşiretinin lideri Mehmet Celal Bucak’a yaptığı silahlı saldırı ile kamuoyuna ismini duyurdu. PKK, ilk büyük saldırısını ise 15 Şubat 1984’te gerçekleştirdi. Siirt’in Eruh ve Hakkari’nin Şemdinli ilçelerindeki karakol ve askerî lojmanlara saldırarak o günden itibaren Türkiye’nin terör gündeminin merkezine oturdu. Bu yıllardan sonra laik sistem, Kürt ve Doğu meselesini PKK’nin yaptığı terör saldırıları ile ilişkilendirip meselenin çözümünü güvenlik eksenli uygulamalarla sağlamaya çalıştı. Ancak Diyarbakır Cezaevi’nde işlenen insanlık dışı muamele ve işkenceler, yaşanan sorunu kartopu gibi büyüttü ve PKK örgütünün kadrosal gücünü artırdı.
1991–2000: Özal ve Reform Çabaları
Turgut Özal döneminde ilk defa reform niteliğinde adımlar atıldı. Kürtçe üzerindeki yasaklar hafifletildi, federasyon tartışmaları gündeme geldi. Ancak Özal’ın ani ölümüyle bu süreç akamete uğradı. Ardından gelen Demirel ve Çiller döneminde “PKK ile mücadele” bahanesiyle binlerce köy yakıldı, zorunlu göç politikaları uygulandı, faili meçhul cinayetler arttı. JİTEM gibi gizli yapılar aracılığıyla Kürt halkına sistematik şiddet uygulandı. Yaşanan bu zalimane uygulamalar binlerce insanın yerinden yurdundan edilmesine sebep oldu.
2000–2015: Avrupa Birliği Uyum Süreci ve Çözüm Süreci
2000’lerin başında Türkiye, Avrupa Birliği’ne aday ülke statüsü kazandı. Bu durum, Kopenhag Kriterleri çerçevesinde Kürtlere yönelik bazı kültürel hakların tanınmasını beraberinde getirdi. TRT Kurdi açıldı, Kürtçe kurslar ve seçmeli dersler serbest bırakıldı. 2013’te başlatılan “Çözüm Süreci” ise Cumhuriyet tarihinde ilk defa devletin Kürtler ile doğrudan müzakere yürüttüğü bir dönem oldu. Ancak süreç, iç ve dış dinamiklerin etkisiyle başarısızlıkla sonuçlandı.
2015–2024: Yeniden Güvenlik Politikaları
Çözüm Süreci’nin bitişiyle birlikte, özellikle 15 Temmuz 2016’daki askeri darbe girişimi sonrası AK Parti iktidarı yeniden güvenlik odaklı politikalara yöneldi. Belediyelere kayyumlar atandı, siyasi alanda baskılar arttı. Tüm bu süreçte Kürt kimliği yine bir tehdit olarak ele alındı.
Cumhuriyetin kuruluşundan günümüze kadar devlet politikası; inkâr, asimilasyon, güvenlik ve kısmi reformlar arasında gidip geldi. Ancak temel yaklaşım değişmedi.
Türkiye’de en son meydana gelen iktidar ve İmralı arasında gerçekleşen görüşme trafiğinin sonucunda yaşanan PKK’nin tasfiye süreci ise, Ortadoğu’da Arap Baharı ve Aksa Tufanı gibi Müslümanların kıyam ve birleşme iradesini yansıtan gelişmeler sonrası ortaya çıkan yeni konjonktürü yönetme ve kontrol etme amacı güden bir ABD projesidir. Nitekim son gelişmeler, yeni bir sayfanın açılmasına neden oldu. Zira bölgede egemen olan sömürgeci ABD, kartları tekrar karmaktadır.
ABD; bölgedeki partnerleri ile İsrail’i her alanda korumak, İran bağlantılı silahlı örgütleri tasfiye etmek, aynı zamanda İran’ı budayıp yalnızlığa çekmek, Rusya’yı Ukrayna’dan eli boş göndermek ve Suriye’den çıkarmak, Suriye’yi siyasi olarak Türkiye; ekonomik olarak ise Suudlar üzerinde laik rejimi tahkim ederek tek parça haline getirmek, Irak ve Barzani üzerinden yarım asırdan fazladır Türkiye’nin başına bela edilen İngiliz bağlantılı PKK’yi tasfiye etmek istemektedir.
Böylece Türkiye’de Erdoğan ve AK Parti üzerinden sahip olduğu siyasi nüfuzunu, terör vb. eylemlerden koruyarak iktidarın elini güçlendirmek; bu minvalde Türkiye’nin dış siyasetinde ABD’nin Ortadoğu, Asya ve Afrika politikalarına destek vermekte zorlanmayacak bir pozisyon oluşturmaya çalışmaktadır. Dolayısıyla son gelişmeler tamamen ABD’nin menfaatleri gereği, bölgede başıboş ve her an kontrolden çıkma potansiyeli taşıyan silahlı örgütleri devre dışı bırakma ve siyasi planlarının önünde engel olmaktan çıkarma siyasetine hizmet etmektedir.
Hasılı, İslam beldelerinde sömürgeci ABD ve Batılı devletlerin nüfuz çatışmasına ön ayak olanlar, Müslümanların başındaki kukla yöneticilerdir. Eğer bu yöneticiler sömürgeci kâfirlere bu kadar yakın durup menfaatleri gereği hareket etmiş olmasalardı, İslam beldelerinde bu kadar işgal, sömürü, katliam, ölüm, açlık, yoksulluk ve zulüm yaşanmazdı.
Genelde İslam beldelerinde, özelde ise Türkiye’de yaşanan Kürt meselesi ve daha birçok köklü ve tali sorunlar ancak Rabbimizin razı ve memnun olduğu İslam’ın yönetim şekli olan Raşidi Hilafet Devleti’nin kurulması ile kalıcı bir şekilde çözülebilir. Raşidi Hilafet Devleti, geçmişte olduğu gibi Müslüman halkları kardeşlik temelinde birleştirerek İslam’ın fikri ve siyasi gücünü kullanarak coğrafyamızdaki sömürgeci saltanata son verecektir. Aksi halde yaşadığımız sorunlar bitmeyecek ve “bitti bitecek” denilen sorunlar sadece isim ve kılıfları değiştirilerek devam edecektir.