#Genel #Jeopolitik

Britanya ve 7/7’nin Zehirli Mirası

Britanya ve 77’nin Zehirli Mirası

Günlük yaşamını sürdüren 52 masum insanı öldürmenin, hangi davaya hizmet edeceğini düşünmek gerçekten akıl alır gibi değil.

Saldırının, Britanya hükümetinin İslam coğrafyasındaki katliamlarına misilleme amacı taşıdığı söylendi. Ancak böyle bir eylem İslam’da kesin şekilde haram kılınmıştır. Dahası, bu eylem suçun gerçek faillerini cezalandırmadığı gibi, onların daha da suçlu politikaları için bir bahane sundu -sanki böyle bir bahaneye ihtiyaçları varmış gibi-.

Britanya’nın siyasi liderliği de intikam istiyordu. Suçluları bulma çılgınlığı içinde, terörle mücadele polisi, 27 yaşındaki Brezilyalı Jean Charles de Menezes’i Londra metrosunda yakın mesafeden başına yedi kurşun sıkarak öldürdü. Günlük hayatına devam eden insanları dehşete düşürdüler.

Yıllar sonra, Britanya iç istihbarat servisi MI5’ın eski başkanı Eliza Manningham-Buller, Chilcot Soruşturması’nda 2003’te ABD-Britanya işgaliyle Irak’a girilmesinin Britanya’da terör tehdidini artırdığını itiraf etti.

Bu itiraf, o işgalin ardından gelenlerin büyük bölümünün kaynağını gösterse de, gerçeğin sadece bir kısmıydı: Yüz binlerce insanın ölümü, Irak ve ardından Suriye’nin istikrarsızlaştırılması, Ortadoğu’da mezhepçiliğin kasten körüklenmesi… Tüm bunlar “Irak’a Özgürlük Operasyonu”nun sonuçlarından sadece birkaçıydı.

Ancak o dönemin yurt içi sonuçları hâlâ devam ediyor. Çünkü 7/7 saldırılarından sonra şekillenen güvenlik politikaları, Britanya’yı kökten değiştirdi.

Bu güvenlik devleti inşası ilk olarak Müslüman toplulukları hedef aldı, ancak orada kalmadı.

Tony Blair’in Haçlı Seferi

7 Temmuz saldırılarından sonra dönemin Başbakanı Tony Blair, 16 Temmuz 2005’te yaptığı bir konuşmayla saldırıların nedenini Irak işgalinin geri tepkisi (blowback) olarak değil, “kötü bir ideoloji” olarak tanımladı. Bu ideolojiyi şöyle tanımlıyordu:

İsrail’in ortadan kaldırılması, halkların ya da hükümetlerin isteğinden bağımsız olarak tüm Batılıların Müslüman ülkelerden çekilmesi, Arap dünyasında Taliban benzeri devletler ve şeriat kanunları kurulması ve nihayetinde tüm Müslüman ülkeleri kapsayan bir halifeliğe ulaşılması.

Tıpkı savaşlarda yaptığı gibi, Blair burada da meşru talepleri çarpıtarak haklı çıkarmaya çalışıyordu: Filistin’in özgürleştirilmesi “İsrail’in yok edilmesi”ne indirgenmişti; Batılı sömürgeci etkilerin geri çekilmesi, “Batılılar” diye özetlenmişti; İslamî yönetimin yeniden inşası ise “Taliban devleti” olarak yaftalanmıştı.

Blair, “Amerika ve müttefiklerinin Müslümanları cezalandırmak ya da İslam’ı yok etmek istediği yönündeki propagandayı açığa çıkarmamız gerekiyor” diyordu. Ancak Gazze, Afganistan, Irak ya da Suriye halkı için bu sözler propaganda değil, bizzat yaşadıkları gerçeklikti.

Birkaç hafta sonra Blair bu çizgiyi daha da ileri götürdü. “Kurallar değişiyor” diyerek yeni bir dizi yasa önerdi.

Bu öneriler arasında, düşünce suçuna kapı aralayan maddeler de vardı. “Terörü övmek” ya da “desteklemek” gibi belirsiz ifadelerle kişiler doğrudan terörist ilan edilebilecekti. Ayrıca 7/7 ile hiçbir ilgisi olmayan barışçıl bir İslamî siyasi hareketin yasaklanması da gündeme geldi. Blair ayrıca, kişilerin suçlama olmaksızın 90 güne kadar gözaltında tutulmasını teklif etti.

Bu tür öneriler o günlerde büyük tepkiyle karşılanmıştı. Britanya’nın hukuk ve siyaset çevrelerinden önemli isimler bu duruma itiraz etti. Üst Mahkeme Yargıcı Lord Stein, “Hukukun üstünlüğü bir oyun değil; adalete erişim, temel insan hakları ve demokratik değerlerle ilgilidir” demişti.

Kaygan Zemin

Ancak Blair’in başlattığı bu rota, kendisinden sonraki liderler tarafından da sürdürüldü. Ve tıpkı her zaman olduğu gibi, Müslümanlarla başlayan baskılar, sonunda diğer kesimlere de uzandı.

Birkaç gün önce Britanya hükümeti, Gazze’deki soykırım ve etnik temizliğe maddi destek sağlayan yapıları engellemek için eylem yapan bir sivil itaatsizlik grubunu terör örgütü ilan etti. Gerekçeleri ise bir askeri tesise izinsiz girmeleriydi. Oysa bu grup, hiçbir cana kastetmemişti.

Parlamento bu grubu terör yasası kapsamında yasakladı. 385 milletvekili “evet”, sadece 26’sı “hayır” oyu verdi. 7/7 öncesi böyle bir şey mümkün olur muydu? Sanmıyorum.

Özgürlüğün Ayaklar Altına Alınışı

Blair o günlerde şöyle demişti:

Bu mücadeleyi nasıl kazanacağımız konusunda net olmalıyız. Güvenlik önlemleri almalıyız elbette… Ama bu tehdidi, tartışmayla, fikirle, gerçek dinî inançla ve meşru siyasetle yenebiliriz… Bu, özgürlük, hoşgörü ve başkalarına saygı gibi değerlerimizi savunmak demektir.

Oysa Blair ve ardından gelenler, eğitim sisteminden üniversitelere kadar toplumun her kademesini “önleme programları” ile baskı altına alarak fikir hürriyetini boğdu.

Güvenlik politikaları, özgürlük, hoşgörü ve karşılıklı saygı gibi iddia ettikleri değerleri birer birer yuttu. Aynı şekilde Irak işgali, sözde “Teröre Karşı Savaş” ve Gazze’deki soykırıma verdikleri destek de uluslararası hukukun tüm ilkelerini yerle bir etti.

Bir yandan özgürlüğü tanrılaştırdılar, bunu dünyaya ihraç ettiklerini söylediler. Ama sonra onu savunmak adına ellerine aldıkları baltayla bizzat o tanrıyı kendileri parçaladılar.

Yirmi yıl sonra kazanan yok. Ama çok açık ki Blair ve onun yolunu sürdürenler bu mücadeleyi kaybetti.