Suriye İç Savaşı ve Esad Sonrası Dönem: Önümüzde Ne Var

Geçtiğimiz haftalarda Suriye’de Hey’et Tahrir el Şam (HTŞ) ve müttefik grupların başını çektiği muhalif güçler Halep, İdlib ve Hama vilayetlerindeki stratejik bölgeleri ele geçirerek önemli toprak kazanımları elde etti. Muhalif grupların ilerleyişleri, ölüm, işkence, toplu katliamlar ve sürgünlerle geçen 13 yıllık acımasız iç savaşın ardından Beşar Esad rejiminin devrilmesi ve Şam’ın ele geçirilmesiyle sonuçlandı. Esad, hızlı ve kaotik bir çözülme içindeki ülkeden kaçarak Rusya’nın koruması altına sığındı. Rejimin çöküşü, muhalif güçlerin önemli şehirlerdeki kontrollerini sağlamlaştırdığı ve ülkenin geleceğini şekillendirmeye başladığı Suriye’deki çatışmalarda çok önemli bir dönüm noktasını temsil ediyor.
2023 yılının başlarında Suriye İç Savaşı, büyük çatışmaların azaldığı ve Esad rejiminin ülkenin genelinde kontrolü yeniden ele geçirmesiyle büyük ölçüde donmuş bir savaşa dönüşmüştü. Süregelen siyasi durgunluğa rağmen, bölgesel güçler Esad ile ilişkilerini normalleştirmeye başladı ve büyük ölçekli düşmanlıkların görünürde sona erdiğinin sinyalini verdi. Bu son olaylar tahmin edilebileceği gibi, ironik bir şekilde Batılı emperyal güçlerin Müslüman dünyasının kaderini kendi çıkarlarına hizmet edecek şekilde şekillendirmeye devam ederken, dış müdahalelerden büyük ölçüde etkilendi.
Hem şaşırtıcı olan hem de şaşırtıcı olmayan şey, 13 yıl süren şiddetli iç savaşa, bölgesel ve dış müdahalelere karşı koyan Esad rejiminin, ülkedeki yabancı güçlerin önemli ölçüde azalmasına rağmen, iç savaşın 2022 yılındaki girdiği çıkmaza kadar, sağlam kalmayı ve hatta gücünü pekiştirmeyi nasıl başardığıdır. Bu kadar çok gücün Suriye’ye girip sonra çekilmesi ve Beşar Esad rejiminin tüm bunlara rağmen ayakta kalması özel bir durumdur. Ve şimdi, aniden ve açıklanamaz bir şekilde, Esad bir hafta içinde devrildi ve bu hızlı düşüşünün arkasındaki, gerçek dinamikler ve güçler hakkında sorular ve şüpheler ortaya çıktı. İlginç bir şekilde, ABD de dahil olmak üzere Suriye’ye giren ülkelerin birçoğu, Esad rejimini nihai olarak koruyacak ve yıllar süren çatışmalar boyunca hayatta kalmasını sağlayacak şekilde hareket ediyor gibi görünüyordu. Ancak şimdi, görünürde rejimin yıkılmasına dair hiçbir durum yokken aniden, Esad’ın birkaç gün içinde devrilmesi ciddi sorulara ve şüphelere yol açıyor.
Bu nedenle, bu makale Suriye’de yer alan tarafların güç dinamiklerini, politika hedeflerini ve bu tarafların farklı rollerini ortaya çıkarmanın yanı sıra bu değişikliklerin meydana gelmesi için nelerin değiştiğini anlamaya çalışacaktır. Gerçek şu ki, bir tiran düşmüş olsa bile, bu gelişme muhaliflerin bağımsız bir hamlesi olmadığı için, daha çok, dışarıda belirlenen bir gündemin parçası olduğu için çok az şeyin değişmiş olması daha olasıdır.
Devrim Öncesi ABD Suriye İlişkileri
Ayaklanma tüm ülkeye yayılarak rejimi hazırlıksız yakaladı. 2013 yılına gelindiğinde Baas rejimi kuzey Suriye’nin kontrolünü kaybetmiş ve muhalifler Şam’ın içlerine kadar ilerlemişti. Ancak bu önemli an, Esad rejiminin düşmesini kendi çıkarları için bir tehdit olarak gören ABD ve diğer yabancı güçlerin müdahalesine neden oldu. Trajik bir şekilde, bu dış müdahaleler Suriye halkının umduğunun tam tersini yaptı. Esad’ın devrilmesine yardımcı olmak yerine rejimini güçlendirdi, çatışmayı karmaşıklaştırdı ve nihayetinde devrimi söndürdü. Özgürlük ve adalet için başlayan hareket, uluslararası güç oyunlarının gölgesinde kaldı ve Suriye halkının beklentileri gerçekleşmedi.
Esad’ın gerçekte bir Rus vekili olduğu ve bu durumun ABD’nin Esad’ı iktidardan uzaklaştırma kabiliyetini önemli ölçüde sınırladığı görüşü hâkimdir. Ancak daha derin bir bakış, Esad rejiminin ABD politikalarına dıştan muhalefet etmesine rağmen bölgedeki kilit Amerikan çıkarlarına da hizmet ettiğini ortaya koymaktadır. Esad, ABD’nin İsrail’le ilgili hedeflerini desteklemede önemli bir rol oynadı ve Orta Doğu’daki güç dengesinin korunmasında istikrar sağlayıcı bir güç olarak hareket etti. Zira ABD bu dengeyi oluşturmak için genellikle rakip bölgesel aktörleri kullanmaktadır ve Esad yönetimindeki Suriye de bu stratejiye katkıda bulunmuştur.
Bu işbirliğinin az bilinen yönlerinden biri de Suriye’nin, CIA’in olağanüstü gözaltı programına dahil olmasıydı. ABD, 11 Eylül saldırılarının ardından şüpheli teröristlerin gözaltına alınması ve sorgulanması işini Suriye’nin de aralarında bulunduğu yabancı müttefik ülkelere verdi. Esad rejimi, ABD’nin sözde terörle savaşında yakalanan kişilerin gözaltına alınması ve işkence görmesi için genellikle “kara siteler” olarak adlandırılan çok sayıda Suriye tesisini CIA’in kullanmasına izin verdi. Bu işbirliği ABD-Suriye ilişkilerinin karmaşık ve pragmatik doğasını vurgulamakta olup, bir yandan kamuoyu önünde düşmanlık görüntüsü verirken diğer yandan da stratejik işbirliği bir arada var olmuştur.
Esad rejimi, sözde terörle mücadele operasyonlarında ABD’ye yardım ederek ve İsrail’in bölgesel hâkimiyetini sınırlandırarak, Amerikan çıkarlarıyla dolaylı olarak aynı çizgide yer aldı. Bu dinamik, Esad’ın yalnızca Rusya’nın müttefiki olduğu söylemini karmaşıklaştırmakla kalmayıp Orta Doğu’da uluslararası siyaseti belirleyen derin ve çoğu zamanda var olan gizli ortaklıkları ortaya koymaktadır.
Hafız Esad’ın iktidara gelmesinden günümüze kadar geçen uzun bir süre boyunca Suriye ABD için, Amerikan çıkarlarına uygun bir rejim olmuştur. Suriye devriminden önce, uzun yıllar boyunca Esad rejimi, ABD’nin Levant’taki çıkarlarının korunmasında önemli bir rol oynadı. Ayrıca Suriye, Lübnan’da varlığını uzun süre sürdürerek ülkedeki Fransız destekli Maruni nüfuzunu azaltmaya çalıştı. Suriye bunu yaparken sadece ABD adına Lübnan’da Fransa’nın etkisini azaltmakla kalmadı. Esad rejimi aynı zamanda, İran ile arasındaki güçlü ittifaktan faydalanarak Hizbullah’ın gelişebileceği bir ortam meydana getirdi ve bu da ABD’nin işine yaradı.
Dolayısıyla bu ilişki, İsrail’in yayılmacı eğilimlerine karşı bir denge unsuru olarak ABD’nin çıkarlarına hizmet etti ve ister Arap ister İsrailli olsun tek bir gücün bölgeye hâkim olamayacağına dair Amerikan stratejisini yansıttı. Bu dengeleme hareketi, bölgenin jeopolitik dinamikleri üzerindeki kontrolü sürdürmek için ittifakları ve rekabetleri kullanan ABD’nin Orta Doğu politikasının temel taşı olmuştur. Dolayısıyla Suriye, ana akım anlatılarda sıklıkla dile getirildiği gibi ABD karşıtı bir rejim değildir.
Dahası ABD, Hafız Esad 2000 yılında öldüğünde, oğlu Beşar Esad’ın yerine geçmesini desteklemiştir. Dönemin Dışişleri Bakanı Madeleine Albright, “Dr. Beşar Esad’ın görevi devralmasının ve geçiş sürecinin devam etmesinin önemli olduğunu düşünüyorum” demiştir. Hatta Madeleine Albright Hafız Esad’ın cenazesine de katılmıştır. O zamandan bu yana Beşar Esad, John Kerry ve diğer önde gelen ABD kongre üyeleri tarafından birçok kez ziyaret edildi. Ayrıca Wikileaks belgelerinde geçen Beşar Esad’ın açıklamalarına göre ABD ve Suriye’nin bu toplantılar sırasında görüşülen konuların %70’i üzerinde anlaştığını ortaya koymuştur.
Devrimi Engellemek
2011 Arap Baharı Orta Doğu’yu kasıp kavurdu ve kısa sürede Suriye’ye ulaşan bir isyan dalgasını ateşledi. Suriye’de halk, Beşar Esad’ın yozlaşmış, zalim ve acımasız yönetimine karşı ayaklandı. Baas rejimi on yıllar boyunca despot bir polis devleti kurmuş, işkenceyi halk üzerindeki demir pençesini sağlamlaştırmak için bir araç olarak kullanmıştı. Sayısız Suriye vatandaşı kendilerini bu işkence ağının içinde buldu, tarifsiz zulümlere katlandı, ağır koşullar altında uzun süreli hapis cezalarına çarptırıldı ya da çoğu durumda hiçbir iz bırakmadan ortadan kayboldu ve aileler sonsuza dek cevapsız bir şekilde sessizce yas tutmak zorunda bırakıldı.
Esad yönetimi altında yaşam, korku ve baskıyla tanımlanan acımasız bir gerçeklikti. Ancak Mısır’daki ayaklanmadan esen değişim rüzgârları Suriyeliler arasında bir umut oluşturdu. Mısır’ın otoriter rejimindeki çatlakları görmek, onları ortak bir özgürlük ve adalet vizyonuyla birleşerek sokaklara çıkma konusunda cesaretlendirdi. Sesleri güçlü bir değişim talebiyle yankılandı; onlarca yıldır hayatlarına musallat olan despot Esad yönetiminin yıkılması için bir çığlıktı bu.
Bu nedenle, Esad ile birlikte devrimi bastırmakta çıkarı olan yabancı güçler de devrimci çabaları baltalamak için aktif olarak çalıştı. Onların eylemleri hareketi kirletti, ilerlemesini sabote etti ve Esad’ın iktidarda kalmasını sağlamak için durumu karmaşıklaştırdı.
Suriye’deki durumdan ABD, Rusya, İran ve Türkiye de dahil olmak üzere birçok tarafın çıkarı vardı. Çatışmada en etkili rolü ABD oynadı, zira Orta Doğu uzun zamandır ABD’nin etki alanı içinde stratejik bir bölge olarak görülüyordu. Sonuç olarak, Suriye çatışması ABD stratejisinin daha geniş yönetimi ve gözetimi altında gelişti.
2011 yılında Guardian Gazetesinde Brian Whitaker tarafından kaleme alınan bir makalede, ABD ve İsrail’in Esad’ın iktidarda kalmasını tercih ettiği, zira Esad rejiminin bölgede bir dereceye kadar istikrar ve öngörülebilirlik sağladığı vurgulanmıştır. Bu bakış açısı, kamuoyundaki kınamalara rağmen, ABD’nin Esad’ın iktidarını sürdürmesini zımnen desteklemesinin stratejik nedenleri olduğunu göstermektedir. ABD, devrimi baltalamak zorundaydı. Aynı zaman da Beşar Esad’a yönelik güçlü bir halk hoşnutsuzluğunun ve halkın rejimi beğenmemesinin istikrarı tehdit edebileceğinin farkındaydı. Esad’ın iktidarını korumak, devrimin başarıya ulaşması halinde ortaya çıkabilecek bağımsız bir sistemi engellediği için ABD’nin çıkarlarıyla örtüşüyordu. Böyle bir sonuç bölgesel dengeleri bozabilir ve ABD’nin Levant’taki nüfuzuna meydan okuyabilirdi.
Bu nedenle Esad’ın iktidarda kalmasını sağlamak Amerika’nın çıkarına olacaktı. Bu nedenle Obama yönetimi, Özgür Suriye Ordusu’nun (ÖSO) güney ve kuzeybatı Suriye’deki grupları, özellikle de ılımlı gördüklerini finanse etmek için gizli bir CIA programı başlattı. Bu programın amacı, Bush yönetiminin maliyetli müdahalelerinin ardından Obama’nın bölgedeki ABD askeri varlığını azaltma hedefiyle uyumlu olarak rejim ve isyancılar arasında bir çıkmaz oluşturmak ve ayrıca ABD’nin çatışmaya doğrudan müdahil olmasını önlemekti. Amaç, Esad rejimini ayakta tutarken aynı zamanda ülke üzerinde tam bir hâkimiyet kurmasını engellemekti.
İran’ın Suriye’deki rolü, bölgesel nüfuzunu yaymak için kritik bir geçit görevi görüyordu ki bu da İran’ın korumaya kararlı olduğu stratejik bir çıkardı. ABD’nin de bu dinamiği sürdürmekte çıkarı vardı. Daha önce ABD-İran ilişkilerine dair derinlemesine analizimizde ortaya koyduğumuz gibi, iki ülke belirli bölgesel jeopolitik çıkarlar söz konusu olduğunda bir çıkar birlikteliği yapıyorlar. Dolayısıyla İran için de bölgedeki nüfuzunun temelini oluşturan milis ağının kilit noktası olan Esad rejiminin ayakta kalmasını sağlamak aynı derecede zorunluydu.
Bu andan itibaren İran’ın Suriye’ye müdahalesi hem İran Devrim Muhafızları’nın ülkeye konuşlandırılması hem de müttefik milislerin harekete geçirilmesi oldu. İran Devrim Muhafızları, Suriye hükümet birliklerinin eğitimi ve danışmanlığı da dâhil olmak üzere Esad rejimine askeri destek sağlamada etkili olmuştur. Buna ek olarak İran, Esad güçlerini desteklemek için Hizbullah başta olmak üzere Irak, Afganistan ve Lübnan gibi ülkelerden, çeşitli Şii milislerin Suriye’ye gelmesini sağladı. Amaçları devrimci güçleri ortadan kaldırarak Esad’ın sahada kontrolü yeniden ele geçirmesine yardımcı olmaktı. ABD ise bu süreçte, Esad’a muhalif devrimci grupları etkilemeye çalışarak rejimi devirme çabalarını güçlü bir şekilde zayıflattı. İlginçtir ki, Obama yönetiminin İran ile müzakere ettiği JCPOA anlaşması, yaptırımların kaldırılması ve diğer kısıtlamaların hafifletilmesi yoluyla İran’ın bölgedeki nüfuzunu genişletmesine olanak sağladı. Bu anlaşma sadece İran’a fayda sağlamakla kalmadı, aynı zamanda İran’ın Suriye’deki devrimci güçlere karşı koyma ve Esad rejimini destekleme kabiliyetini güçlendirerek ABD’nin uzun vadeli stratejik hedefleriyle uyumlu bir durum oluşturduğu için dolaylı olarak ABD çıkarlarına da hizmet etti.
Rusya’nın Suriye’deki rolü birkaç temel hedefe dayanıyordu. Bunlardan biri, daha önce önemli bir siyasi etkiye sahip olmadığı Orta Doğu’da varlık göstermek ve büyük ölçekte olmasa da bir dereceye kadar nüfuz elde etmekti. Buna ek olarak Rusya kendisini ABD ile eşit düzeyde küresel bir güç olarak konumlandırmayı amaçladı. Rusya, ABD ve diğer güçlerle birlikte Suriye’ye müdahale ederek jeopolitik önemini ortaya koymaya ve dünya sahnesinde yeteneklerini göstermeye çalıştı.
Bir diğer önemli faktör de Tartus Deniz Üssü gibi sıcak denizlere erişimin güvence altına alınmasına yönelik stratejik ihtiyaçtı. Tartus Deniz Üssü, Rusya’nın Akdeniz’deki başlıca deniz tesisi olarak hizmet veriyor ve filosuna onarım ve ikmal imkânı sağlıyor. Tartus Deniz Üssü, Rusya’nın istikrarlı bir deniz gücünü sürdürmesine olanak sağladı. Bu durum, yüzyıllardır Rus jeopolitiğini şekillendiren stratejik bir öncelikti.
Rusya’nın müdahalesinin bir diğer önemli nedeni de Suriye’de ivme kazanan ve bölgeye yayılan ayaklanmayı bastırmaktı. Suriye’nin stratejik konumu, Suriye ayaklanmasını öngörülemez hale getiriyordu. Gerçek bir bağımsızlık isteği ve İslami duygularla hareket eden bir devrim, Çeçenistan ve Dağıstan gibi bölgelerdeki benzer kaynama noktalarına ilham verme riski taşıyordu. İslam dünyası içinde paylaşılan, ortak inanç ve dayanışmaya bağlı güçlü ve benzersiz bağ, bu riski daha da arttırdı. Suriye ve Dağıstan arasındaki coğrafi mesafeye rağmen, Suriye’de böyle bir devrimin başarıya ulaşması İslam dünyasında derin yankılar uyandırabilir ve Rusya’nın etki alanı içinde benzer hareketleri tetikleyerek iç istikrarını tehdit edebilirdi.
Son fakat en önemli nedeni, Rusya, ABD’nin tek kutuplu dönemini boyunca, NATO’nun hegemonik genişlemesi nedeniyle kuşatılmış durumdaydı. O dönemde Rusya, Libya’da olduğu gibi ABD öncülüğündeki NATO müdahalelerine ve Suriye’de de benzer bir müdahale olasılığına karşı özellikle ihtiyatlıydı. Bu tür eylemler NATO’nun gelecekteki müdahaleleri için bir emsal ya da şablon oluşturabilirdi ki Rusya buna tahammül edemezdi.
NATO’nun Suriye’ye tek taraflı müdahalesine izin verilmesi Kremlin’de kritik jeopolitik kırmızı çizgiler olarak kabul edilen Rusya’ya yakın olan Doğu Avrupa veya Kafkasya’da benzer eylemlerin gerçekleşme olasılığı konusunda ciddi endişelere yol açacaktı. NATO’nun daha fazla müdahale edeceği korkusu, Rusya’nın Suriye’ye yönelik Batılı müdahalelere karşı koyma kararlılığını pekiştirdi. Bu sayede, Libya benzeri bir senaryonun yaşanmasını önlemek için Suriye’ye müdahil olma bahanesi buldu.
Bugün Ukrayna’da yaşanan savaş, bu korkuların her zamankinden daha doğru olduğunu kanıtlıyor; zira Rusya şu anda ABD’nin kışkırttığı bir çatışmanın içine girmiş durumda ve NATO’nun saldırısı ve ABD liderliğindeki Batı müdahaleciliği konusundaki endişelerinin gerçekliğini vurguluyor. Dolayısıyla, geriye dönüp bakıldığında, Rusya’nın neden Suriye gibi Orta Doğu’daki çatışmalara müdahil olmaya çalıştığı anlaşılıyor; bölgeyi tamamen ABD ve ABD askeri nüfuzunun etkisi altında bırakmak yerine bölge de eşit şartlar oluşturmak.
ABD, Rusya’nın çatışmaya dahil olma konusundaki çaresizliğini gözlemledi ve Suriye ile ilgili stratejik oyunda Rusya’dan zaten bir adım öndeydi. Obama döneminde ABD, Rusya’nın ABD işbirliğiyle Şam’da bir dayanak noktası kurmasına izin veren bir anlaşmaya aracılık etti. Suriye ayaklanması 2011’de başladığında, Rusya, İran gibi, Beşşar Esad’ın arkasında durdu ve bu duruşunu sürekli olarak sürdürdü. 2009 ile 2011 yılları arasında Rusya, savaş uçakları, askeri donanım ve hava savunma sistemleri dahil olmak üzere Suriye’nin askeri gereksinimlerinin yaklaşık %71’ini sağlamaktan sorumluydu.
11 Eylül 2015 tarihinde Rusya Dışişleri Bakanı Sergei Lavrov, Rusya’nın Suriye hükümetini silahlandırma konusundaki kararlılığını bir kez daha teyit ederek askeri sevkiyatın devam ettiğini ve edeceğini belirtti. Lavrov ayrıca Rus uzmanların ekipmanlarla birlikte gönderilerek Suriye personelinin askeri techizatın kullanımı konusunda eğitildiğini de açıkladı.
Rusya’nın Esad’a verdiği kararlı destek, pratik olarak Suriye rejimine karşı söylemine rağmen ABD’nin eylemlerini yansıtıyor. The Daily Beast’e göre Putin, IŞİD Şam’a yaklaştıkça ABD’nin Rusya’nın ordu ve güvenlik güçleri gibi Suriye “devlet kurumlarını” korumadaki rolünü zımnen onaylayabileceğinin farkında. İsmini vermek istemeyen Beyaz Saray yetkililerine dayandırılan haberler, Esad’ın iktidarını sürdürmesine örtülü destek verildiğini ortaya koyarken, ABD’nin muhalif güçlere kayda değer bir destek vermediğinin de altını çiziyor.
Rusya’nın Suriye’ye müdahalesinin, Ukrayna’ya müdahalesine kıyasla ABD’den çok daha sessiz bir tepkiyle karşılaşması da dikkat çekicidir; bu da ABD’nin Rusya’nın Esad’ın giderek kırılganlaşan rejiminin korunmasında rol oynamasıyla ilgili pek bir sorunu olmadığını göstermektedir.
Ancak ABD’nin müdahalesi kademeli olarak azalırken, Rusya’nın Suriye’deki varlığı önemli ölçüde genişledi. Fakat bu, Rusya’nın zaferi anlamına gelmiyordu, çünkü ABD, Rusya’nın Suriye’de uzun süre, başını belaya sokmuş olarak kalmasını sağladı. ABD, Esad rejimini bir dereceye kadar korumayı amaçlarken, aynı zamanda çok güçlü hale gelmesini de engellemeye çalıştı. ABD bunu başarmak için, Rusya’nın artan etkisini dengelemek üzere bölgedeki diğer aktörleri devreye sokarak Moskova’nın stratejik kazanımlarını sınırlayan karmaşık ve çok taraflı bir çatışma ortamı yarattı.
Rusya ve İran, Suriye’deki iç çatışma sırasında birlikte çalışmış olsalar da – Rusya, Devrim Muhafızlarını ve müttefik milisleri, muhalif güçlerle ve şüpheli bir şekilde ortaya çıkan IŞİD ile mücadele ederken, hava gücüyle destekledi- Rusya ve İran arasındaki gerginlikler göz ardı edildi. Rusya, İran’ın Esad üzerindeki derin etkisinden giderek daha fazla endişe duymaya başladı, çünkü ilişkileri Kremlin’in başarabileceğinden çok daha köklüydü. İran ile Esad rejimi arasındaki bu derin bağ, Moskova’da ABD etkisine karşı potansiyel hassasiyet konusunda endişelere yol açtı.
İran ve ABD’nin son kırk yılda birçok kez işbirliği yaptığı göz önüne alındığında, ABD’nin savaşın ortasında İran üzerinde etki yaratabileceği ve bunun da Esad rejimini Rusya’nın aleyhine olacak şekilde etkileyebileceği ihtimali ortaya çıktı. Obama yönetimi sırasında İran ve ABD’nin özellikle JCPOA anlaşmasında yakın işbirliği içinde çalıştığını belirtmek gerekir. Bu “karlı anlaşma” İran’a nükleer üretimini azaltması karşılığında bölgesel faaliyetlerini genişletmesi için yeşil ışık yaktı. İki ülke arasındaki anlaşmaların altında yatan gerçekler, bazı zamanlardaki şüpheli durumlar, iki ülke arasındaki işbirliğini vurgulamakta ve Kremlin’de kuşku uyandıran bir dinamiği ortaya koymaktadır.
Yine de, bu temel kaygılara rağmen, Rusya ve İran, iç savaşın büyük bölümünde kapsamlı bir işbirliği yaparak Esad rejiminin çökmesini önlemek ve güçlenen muhalefet karşısında ayakta kalmasını sağlamak için birlikte çalıştılar.
Türkiye’nin Suriye savaşındaki rolü ve hedefleri nispeten açıktı. Tarihsel örneklerinin aksine Ankara, Osmanlı İmparatorluğu ile geleneksel olarak ilişkilendirilen İslami unsurlar olmasa da neo-Osmanlı etkisi oluşturmayı amaçladı. Aynı zamanda Türkiye, Ak Parti tabanının ilgisini çekmek ve desteğini sürdürmek için içeride bir dereceye kadar İslami retoriği sürdürdü. Daha da önemlisi Türkiye, Türk devleti için uzun süredir bir güvenlik endişesi olan Kürtlere karşı koyarken Suriyeli isyancılar üzerinde nüfuz sahibi olmaya çalıştı. Fakat YPG’li Kürtler ABD tarafından destekleniyordu ve Türkiye, Kürtlere sırtını dönmekte bir sakınca görmeyen Trump gelene kadar Suriye’de pek bir şey yapamadı.
Politika değişikliğinin yanı sıra, Türkiye’nin Suriye’deki eylemleri Amerika’nın bölgedeki stratejik politikasıyla yakından uyumluydu ve Obama’nın ayrılmasından sonra Ankara’nın rolü Suriye’de daha da derinleşti. Aralık 2018’de, ABD’nin Suriye temsilcisinin Ankara’yı ziyaret etmesinden kısa bir süre sonra, Türkiye Cumhurbaşkanı Erdoğan, Suriye’nin kuzeyine askeri harekât başlatacağını duyurdu. Bu hamle, Amerika’nın kilit müttefiki olan Suriye’deki Kürt savaşçılara önemli bir darbe indirdi.
Aynı ay içinde Pentagon sözcüsü Sean Robertson Suriye’nin kuzeydoğusunda tek taraflı bir harekâtın “kabul edilemez” olduğunu açıkladı ve Türkiye’nin müdahalesinin ABD’nin Esad’a karşı desteklediği ve Türkiye’nin hedef aldığı Kürt ortaklarıyla ilişkilerini gereceği endişesini dile getirdi. Bunun üzerine Türkiye askeri operasyonunu geçici olarak durdurdu ve kendisini Washington’daki çelişkili görüşler arasında buldu. Washington’daki iç anlaşmazlıklar çözüldükten sonra Türkiye operasyona yeniden başladı.
Erdoğan ve dönemin Başkanı Trump bir telefon görüşmesi gerçekleştirerek Suriye’deki askeri eylemlerinde “daha etkin bir koordinasyon” sağlama konusunda mutabık kaldılar. Bu olaylar, Türkiye’nin stratejik Amerikan politikalarına bağlılığını, bölgesel hırslarını ABD ile ittifakının dikte ettiği kısıtlamalar ve işbirliği ile dengelediğini açıkça göstermektedir.
Savaş ilerledikçe ve 2019’un sonuna yaklaştıkça Türkiye, Esad rejiminin devamını desteklemenin kendi çıkarına olduğunu gördü. Artan Suriyeli mülteci akını ve dar görüşlü milliyetçiliğin körüklediği toplumsal rahatsızlık artırarak Ankara üzerinde önemli sosyal ve ekonomik baskılar oluştudu. Bu zorlukların üstesinden gelmek için Türkiye, Esad rejiminin ayakta kalmasını sağlamak amacıyla Rusya ve İran ile birlikte hareket etti. Bu strateji, Esad’ın nihai olarak yeniden toparlanmasını ve ülkeyi istikrara kavuşturmasını kolaylaştırmayı ve Suriyeli mültecilerin zalimin baskıcı kontrolüne geri dönmesini sağlamayı amaçlıyordu.
Bu nedenle, Esad rejimini korurken zaman zaman askeri çatışmalarla karakterize edilen Türkiye ve Rusya’nın Suriye’deki etkileşimleri, her iki ülkenin de kendi çıkarlarını gözettikleri ancak stratejik nedenlerle Esad hükümetinin istikrarını sağladıkları karmaşık bir dengeleme eylemine işaret etmektedir. Rusya, Orta Doğu’daki varlığını, özellikle de Suriye’deki askeri üslerini korumak ve bölgede söz sahibi olabilmek için Esad’ı destekledi. Türkiye ise Esad’a alenen karşı çıksa da nihayetinde Esad’ın iktidarda kalmasını, öngörülemeyen bir iktidar boşluğu ya da sınırında Kürtlerin kontrolünde bir bölge oluşması risklerine tercih etti. Türk ve Rus destekli güçler arasındaki çatışmalar, kapsamlı bir savaştan ziyade tarafların güçlendiği ve etkilerini arttırmalarını sağlayan kontrollü çatışmalar olarak işlev görüyordu. Bu çatışmalar, her iki ülkenin de genel statükoyu bozmadan çıkarlarını korumasına izin verdi. Bu nedenle Rusya ile Türk destekli isyancılar arasında sürekli ateşkes vardı.
Dahası, Trump’ın başkanlığı sırasında Ankara, ABD tarafından desteklenen YPG Kürtlerine karşı bir saldırı gerçekleştirdi. Ancak ABD daha sonra 2019’un sonlarında Kürtleri terk etmeye karar verdi ve Erdoğan’ın saldırıya devam etmesine izin verdi. Bu da Esad’ın konumunu güçlendirdi ve onu iktidardan uzaklaştırmak isteyen muhalif grupların devrimci çabalarını baltalayarak Esad’ın iktidarda kalmasını sağladı. Bundan sonra ABD ile Türkiye arasında karşılıklılık esasına dayalı bir anlaşma yapıldı. Trump 2019’da ABD askerlerinin Suriye’den ikinci kez çekileceğini açıkladığında, Kürt savaşçılarını Türk askeri saldırılarına karşı daha da savunmasız bıraktı. ABD müttefiklerini neden böyle bir şekilde terk etsin? Çekilmenin ardındaki mantık, Esad rejiminin ülke üzerindeki kontrolünü yeniden kazanma çabalarını kolaylaştırmaktı. Uygulanabilir bir alternatifleri olmayan Kürtlerin teslim olmaktan ve Esad rejimine geri dönmekten başka seçenekleri kalmadı. Bu hamle, Kürtleri hayatta kalma karşılığında özerklikten ödün vermeye zorladı.
James Jeffery, “Türkiye ile Suriye’deki tüm konularda işbirliği yapmak istiyoruz” dedi. Ayrıca, Kürtlerin ABD’nin Suriye’ye yaklaşımında her zaman taktiksel bir manevra olarak görüldüğünü vurguladı. ABD askerlerinin geri çekilmesi, Washington’u “İktidar da olan fakat zayıf bir Suriye rejimi” planını gerçekleştirmeye daha da yaklaştırdı. Bu, Ankara’nın ABD’nin onayıyla desteklenen eylemlerinin, Kürt muhalif güçleri Esad rejimine sığınmaktan başka çareleri olmayan bir konuma zorlamasıyla gerçekleşti. Ankara bunu yaparak, Esad yönetiminin korunmasında çok önemli bir rol oynadı.
Dikkate alınması gereken noktalar:
ABD, Suriye’deki Esad rejimini alenen Batı karşıtı, Sovyet yanlısı ve son olarak ta Rusya yanlısı olarak göstermesine rağmen bu rejimle ilişkisini daima sürdürdü. Aslında ABD, bu anlatıyla kritik konularda, Suriye’nin ABD çıkarlarına uygun birçok kez işbirliği yaptığı gerçeğini gizlemeyi başardı. Dolayısıyla Esad rejimi gibi bir rejim, ABD çıkarlarına uygun bir alternatif ortaya çıkana kadar korunmaya değerdi.
ABD’nin izni olmadan -yumuşak güç, sert güç, küresel kurumlar üzerindeki kontrol ve ekonomik etki kombinasyonundan yararlanarak- bölgesel ve yabancı güçlerin Suriye çatışmasına müdahil olamayacağı açıktır. Suriye üzerindeki devletlerin müdahaleleri nihayetinde ABD’nin Orta Doğu’daki çıkarlarıyla örtüşüyordu. Suriye’nin çöküşü bölgedeki hegemonyasını zayıflatacak bir domino etkisine yol açabileceğinden ABD’nin kaybedeceği çok şey vardı. Rusya gibi büyük bir güç bile, bir dereceye kadar ABD politikası çerçevesinde hareket ediyor ve Rusya’nın temel siyasi zayıflıklarının altını çiziyordu ki Ukrayna’da devam eden çatışma bu gerçeği daha da gözler önüne serdi.
Türkiye, mültecilere karşı düşmanlık besleyen dar görüşlü milliyetçi eğilimli bir halkı yatıştırmak için sınırları içindeki Suriyeli mülteci nüfusunu azaltmaya çalıştı. Ayrıca Ankara, bir güç boşluğunu önlemek ve Türkiye’nin sınır güvenliğini milis tehditlerine karşı güvence altına almak için Kürt grupları Esad’ın yönetimi altında kalmalarını sağlayarak kontrol etmeyi amaçladı.
Rusya, Müslüman nüfusun yoğun olduğu Rus topraklarına etki edebilecek Suriye devrimini bastırmak, askeri gücünü göstermek, Batı nüfuzunu güçlendirebilecek ve Rus jeopolitik kaygıları için kritik olan bölgelerde benzer eylemler için örnek oluşturabilecek ABD veya NATO müdahalesini önlemek istedi.
İran için Esad iktidarını korumak, Esad rejimi ile olan derin ilişkisi göz önüne alındığında hayati önem taşıyordu. Esad’ın hayatta kalması, İran’ın özellikle Şii Hilali üzerinden kurduğu nüfuz ağının, İsrail de dahil olmak üzere Orta Doğu da güç göstermeye devam etmesini sağladı.
Tüm bu hedefler ABD’nin bölgesel istikrarı korumak için Esad rejimini muhafaza etme kaygılarıyla örtüşüyordu. İsrail de Esad’ın düşmesi halinde Siyonist rejimin öngörülemeyen yeni bir geleceği göze alamayacağından, Esad rejimi İran yanlısı olsa da Esad’ın düşmesinin kendi geleceği için ciddi öngörülemeyen güvenlik sonuçlarına yol açabileceğinden korkarak, Esad’ın zayıf rejiminin ayakta kalmasını tercih etti. Trump yönetimi altında, zayıf ama istikrarlı bir Esad rejimini korumaya yönelik bu ortak hedef, ABD’nin Suriye’deki stratejisinin temel taşı haline geldi. Yine de Obama yönetiminden çok farklı değildi.
Esad Sonrası: Mevcut Dinamikler ve Gelecekteki Yörünge
Esad rejiminin HTŞ tarafından bir hafta içinde hızla devrilmesi, son 13 yılda Suriye’ye müdahil olan ve aynı sonucu elde edemeyen çeşitli güçlerin çabalarıyla tam bir tezat oluşturmaktadır. Bu durum, daha önce çatışmaya müdahil olan tüm aktörlerin, kendi çıkarlarının yanı sıra Amerikan çıkarlarını da korumak için muhtemelen ABD ile işbirliği yaptığını ve böylece Esad rejiminin sağlam kalmasını sağladığını vurgulamaktadır. Ancak son gelişmeler HTŞ’nin bağımsız hareket ettiğini ya da bu devrilişin tiranlığı sona erdirmek için tabandan gelen gerçek bir çabanın sonucu olduğunu göstermiyor. Bunun yerine, ABD’nin Esad’ı devirmek için aldığı ve muhtemelen devam etmekte olan Gazze-İsrail savaşıyla bağlantılı kasıtlı bir karar gibi görünüyor.
Daha önce de aktarıldığı gibi, Suriye’deki birçok muhalif grup ABD veya Türkiye tarafından kontrol ediliyordu ve birkaçı da İran tarafından destekleniyordu. Rusya ise Esad rejimine stratejik hava desteği sağlamak ve Suriyeli askerleri eğitmek için öncelikle kendi birliklerine güveniyordu. Bu da HTŞ’nin Esad’ı devirme kararında ABD desteğinin ve Türkiye’nin müdahil olmasının kesinlikle etkili olduğunu gösteriyor. Türkiye öncü bir rol oynuyor gibi görünse de, eylemleri büyük ölçüde ABD’nin Suriye politikasından etkilenmekte ve ABD ile uyumludur.
HTŞ ya da diğer adıyla Hay ‘at Tahrir al-Sham, temel olarak Nusra Cephesi, Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ve diğer küçük İslamcı grupların eski üyeleri de dahil olmak üzere çeşitli gruplardan oluşuyor. Bileşimi, özellikle Türkiye ve dolaylı olarak ABD’nin önemli dış etkisi altında gelişen bir grup koalisyonunu yansıtmaktadır.
Bu durum, bu grupların neden birden bire Esad rejimini devirmeye karar verdiği sorusunu gündeme getirmektedir; özellikle de aynı grupların birçoğu daha önce Esad’ın iktidarda kalmasını sağlamak için dış etkiler tarafından manipüle edilmiş ve çeşitli yönlere kaydırılmışken. Esad’ı aniden devirmeleri, bunu her zaman yapabilecek kapasiteye sahip oldukları ancak geçmişte onları farklı yönlere yönlendiren dış etkiler tarafından kısıtlandıkları noktasını daha da güçlendiriyor. Ancak şimdi aniden Esad rejimini yıkmayı başardılar
Daha geniş resmi anlamak için aşağıdaki noktaları göz önünde bulunduralım:
İsrail ilk kez ABD’ye karşı önemli bir avantaja sahip. On yıllardır süren yakın ilişkiler İsrail’in Amerikan toplumunun en üst kademelerine sızmasına ve kilit kişiler üzerinde o kadar etkili olmasına olanak sağladı ki ABD artık İsrail’in eylemlerini eskisi gibi caydıramıyor. Sonuç olarak, ABD artık İsrail’in etkisini ve pervasız eylemlerini kamuoyu denetiminden kaçınarak incelikli bir şekilde engellemek zorunda kalıyor. Bu arada, Siyonist rejime karşı küresel hoşnutsuzluk artmaya devam ederek ABD’yi giderek daha istikrarsız bir konuma sokuyor. ABD’nin İsrail’in 7 Ekim’deki eylemleri karşısında gafil avlanması bu zorluğu daha da arttırdı. İsrail’in Hamas’a gecikmeli tepkisi, devam eden soykırımı meşrulaştırmaya hizmet ederken aynı zamanda Demokrat Parti yönetimi için seçimler öncesinde siyasi zorluklar oluşturdu. Bu manevra zaten kırılgan olan yönetimi kazananı olmayan bir senaryoyla karşı karşıya bıraktı. Bu tablo da ise ya İsrail’e karşı sert bir duruş sergileyerek etkili Siyonist seçmenleri uzaklaştırma ve yeniden seçilme ihtimalini tehlikeye atma riski ya da hiçbir şey yapmayarak ABD’nin küresel sahnedeki güvenilirliğinin zedelenmesi vardı.
İsrail’in öncelikli hedefi, Gazze’deki durumu Demokrat Biden yönetimini zayıflatacak şekilde düzenleyerek Trump’ın iktidara dönüşünü güvence altına almaktı. İsrail, Demokratları zor durumda bırakarak siyasi ortamı kendi lehine çevirmeyi amaçladı. Bu strateji, Trump’ın toprak genişlemesi ve yerleşimlere verdiği destek de dahil olmak üzere İsrail’e karşı geçmişte gösterdiği cömertlikten kaynaklanıyor. Trump’ın zaferiyle birlikte Demokratların, Trump göreve başlamadan önce söylemi değiştirmeye çalışmak için sadece birkaç ayları var.
İsrail, kendi algıladığı kırılganlık ve güvensizlik nedeniyle İran’ı sınırlarından uzak tutmaya kararlı. Ancak İran’ın İsrail’e yakınlığı zaman zaman ABD’ye İsrail’in pervasızlığına karşı bir denge unsuru olarak hizmet etmiştir. Şimdi durum tersine dönmüş ve ABD’nin kilit çevrelerinde Siyonist etki artarken Demokratlar sınırlı seçeneklerle karşı karşıya. Ya İran’la statükoyu sürdürecekler ya da Trump’ın Ocak 2025’te göreve gelmesini bekleyecekler ki bu da durumu daha da kötüleştirebilir ki bu da kaçınmak istedikleri bir sonuç. Bunun nedeni Demokratların Filistinlileri önemsemeleri değil, siyasi kariyerlerini ve ABD’nin küresel sahnedeki itibarını korumak gibi kendi çıkarlarıdır. Muhtemel zararları önlemek ve İsrail’in baskısını hafifletmek için Demokratlar İran’ın etkisini azaltarak, İsrail’e aradığı nefes alma alanını sağlamayı gerekli görebilirler. Bunu yapmazlarsa İsrail bölgede kaos oluşturmaya devam edecektir. Cumhuriyetçi Trump yönetiminin işbaşına gelmesiyle birlikte İsrail eylemlerini daha da cesaretlendirecek sarsılmaz bir desteğe sahip olacağı neredeyse kesindir. Sonuç olarak Demokratlar, daha fazla istikrarsızlığı önlemek ve yeni yönetim göreve gelmeden önce bir miktar nüfuz elde etmek amacıyla İsrail’e istediğini vermeye – Golan Tepeleri üzerinde kontrol ve İran’ın bölgeden çıkarılması – karar vermiş görünüyor.
Amerika Birleşik Devletleri ve İran arasındaki jeopolitik dinamikler karmaşıktır ve her iki ülke de etkileşimlerinin karşılıklı yararının farkındadır. ABD tarihsel olarak İran’ı Orta Doğu’da bir denge unsuru olarak görmüş ve İran tehdidi algısını bölgedeki askeri varlığını ve etkisini meşrulaştırmak için kullanmıştır. Bu strateji ABD’nin Avrupa’daki yaklaşımını da yansıtmaktadır; Rusya’dan algılanan tehdit NATO ittifaklarını ve Avrupa’nın Amerikan güvenlik garantilerine olan bağımlılığını güçlendirmektedir. Birkaç ay önce hem ABD’nin hem de İran’ın karşılıklı adımlar atma konusunda pragmatik bir isteklilik gösterdiğine dair işaretler ortaya çıkmıştı. Özellikle, birkaç ay önce İsrail’e atfedilen bir dizi saldırının ardından İran’ın Suriye’deki askeri varlığını azalttığına dair haberler geldi. Bu azaltma, İran’ın İsrail’in taleplerini karşılamada ABD’ye yardımcı olmak için verdiği bir taviz gibi görünüyor. Bunu yaparken her iki ülke de kendi çıkarlarını gözetmektedir.
HTŞ Esad rejimine karşı bir saldırı başlattığında İran önemli bir destek sağlamadı. Bunun yerine, Suriye’deki çıkarlarını savunmak için gerçek bir çabadan ziyade sembolik olarak görünen az sayıda asker konuşlandırdı. İran Dışişleri Bakanı Abbas Araghchi bu süre zarfında Şam’ı ziyaret etti ve Esad’a açıkça destek sözü vererek şunları söyledi: “Suriye ordusunu ve hükümetini kararlılıkla destekliyoruz… Suriye ordusu geçmişte olduğu gibi bir kez daha bu terörist gruplara karşı zafer kazanacaktır.” Ancak bu sınırlı eylem, İran’ın müdahalesinin somut bir etki yaratmaktan ziyade görünüşü korumaya yönelik olduğunu göstermektedir. Dolayısıyla İran’ın HTŞ saldırısı konusunda ABD’nin yanında yer aldığı ve İsrail’le ilgili -henüz netleşmemiş olsa da- bazı şartları kabul ettiği ve bunun da nihayetinde ABD’nin çıkarlarına fayda sağladığı anlaşılıyor. Son raporlar da ABD’nin HTŞ ile saldırıları konusunda doğrudan temas kurduğunu doğruladı. Benzer şekilde İran da birkaç ay önce İsrail’e roket atmadan önce bir arka kanal aracılığıyla ABD’ye sinyal gönderdi ki bu da daha önceki analizimizde vurguladığımız gibi ABD-İran ilişkilerinin doğasına dair önemli endişeleri bir kez daha gündeme getirdi.
Eğer öyleyse, bu İran’ın Suriye’deki varlığından ödün vermesi karşılığında önemli bir şey almayı beklediğini gösteriyor. Bu iki olasılıktan birini içerebilir, ya yeni bir nükleer anlaşmada ilerleme ya da nükleer silah geliştirme. JCPOA’ya benzer şekilde yenilenmiş bir nükleer anlaşma İran’ın dondurulmuş varlıklarına erişimini sağlayarak ekonomik yükleri hafifletirken bölgesel genişlemesini daha rahat finanse etmesine olanak tanıyacaktır. Alternatif olarak, fiziksel bir nükleer silah edinmek İran’ın İsrail’i dengelemesine yardımcı olacak, İsrail’i kontrol altına alacak ve bölgesel bir güç dengesi kuracaktır. İsrail’in eylemlerini kontrol altında tutarken bölge üzerindeki kontrolünü sürdürmek isteyen ABD için bu senaryo iyi işliyor. İsrail’in ABD’ye meydan okuma ve tek taraflı, haydutça eylemler gerçekleştirme konusunda bir geçmişi var. İran’ın nükleer silahlara sahip olmasıyla birlikte ABD, İsrail’in davranışlarını, bunu açıkça yapıyormuş gibi görünmeden dolaylı olarak dizginleyebilir. Bu dinamiği, İran’ın şu anda neden ABD’nin doğrudan katılımı dışında Avrupa ülkeleriyle nükleer müzakereler yürüttüğünü açıklıyor. ABD, İsrail’in hükümet içindeki bazı kilit kişiler üzerindeki etkisi göz önüne alındığında, özellikle Cumhuriyetçi Parti ve İsrail ile iç meseleleri karmaşıklaştırmaktan kaçınmak için arka planda kalmaktadır.
Sonuç olarak, ABD’nin Suriye’de ipleri elinde tutmaya devam ettiği ve İran ve Türkiye gibi bölgesel aktörleri, stratejisine dahil ettiği açıkça görülüyor. İran’ın geleceği iki yönden birine doğru ilerliyor gibi görünüyor, ya yeni bir nükleer anlaşma yapmak ya da potansiyel olarak nükleer silah edinmek. Nükleer silahların amacı doğrudan kullanımdan ziyade öncelikle caydırıcılıktır. Böyle bir caydırıcılık, İsrail ve Arap devletlerini ABD’nin etki alanına daha fazla itecek ve Amerikan çıkarlarıyla uyumlu hale gelecektir. Ülke içinde bu durum İran’ın popülaritesini arttıracak ve önemli bir uluslararası oyuncu olarak statüsünü yükseltecektir, ancak sembolik gücün ötesinde önemli somut faydalar sağlamayabilir.
Öte yandan HTŞ’nin bir kısmı Türkiye’nin kontrolündeki isyancı gruplardan oluştuğu için Türkiye de ABD’nin hedeflerine yardımcı oldu. Ancak Türkiye’nin Suriye’deki rolü büyük ölçüde Kürt güçlerini dağıtmaya odaklanmış durumda ve Suriye’deki daha geniş çaplı müdahalesi hala belirsizliğini koruyor. Şimdilik ABD’nin Ankara için bunun ötesinde önemli bir rolü yok gibi görünüyor. ABD-İsrail ilişkilerine gelince, İsrail muhtemelen İran’ın Suriye’den çıkmaya zorlanmasından memnun olacak, ABD ise İsrail’in ısrarlı taleplerinden kurtulacaktır. Bu gelişme, İsrail’in toprak kazanımları ve İran’ın komşu ülkelerdeki etkisinin ortadan kaldırılması için ABD’ye defalarca baskı yapması nedeniyle gerilimi azaltabilir.
Son olarak, bu durum Trump göreve geldiğinde ne olacağı sorusunu gündeme getirmektedir. Görünen o ki Demokrat Parti şu anda bir sonraki yönetimde de devam etmesini umdukları bir politikanın zeminini hazırlıyor. Başka bir deyişle, Trump’ın İsrail lehine daha açık bir şekilde önyargılı kararlar almasını ve bunun da ABD’nin küresel sahnedeki siyasi imajına daha fazla zarar vermesini önlemek için konuyu dikkatli ve nazik bir şekilde ele almayı amaçlıyorlar.