#Afrika #Düşünce #Filistin #Genel #Güvenlik #Irak #İran #Jeopolitik #Libya #Lübnan #Mısır #Ortadoğu #Siyaset #Suriye #Tarih #Tema #Toplum #Türkiye #Yahudi Varlığı #Yemen

Halklar İhanet Eder mi?

Halklar İhanet Eder mi

Bu yazı, ancak halkların içine düştüğü mücadele yorgunluğunu, çözülmenin sessiz çöküşünü, zamanın ruhunu ıskalayan gafleti ve tarihe karşı üstlenilmemiş sorumlulukları hissedebilen, siyasi idraki güçlü, ümmetin derdiyle dertlenen ve toplumsal acılara karşı ihsası diri kalmış okurlara seslenmektedir.

Kabul edelim ki, Ortadoğu’yu sarsan her türbülansın gölgesinde, her stratejik depremin ardından güç ve nüfuz haritaları yeniden çizilirken, kulakların duymak istemediği, ama vicdanların susturamadığı bir soru yankılanır: Halklar ihanet eder mi?

Gazze’de çocuklar bombaların alevinde kavrulurken, açlık yıkım ve sahipsizlik her yeri sarmışken, Suriye büyük bir zulmün yorgunu olarak teslimiyete zorlanırken; Libya karanlık bir kaosa gömülmüş, Yemen her yandan kesilip doğranmış, Mısır ihanetin gölgesinde yönetilmiş, İranlı bilim insanları gündüz vakti infaz edilmişken… Ve Türkiye… Kendi ulus kapanına gömülmüş, yakın coğrafyasındaki yıkıma sadece hamasi açıklamalarla tepki veren; etkili olmak yerine denge gözeten, hakikatin değil çıkarların peşinde savrulan bir aktör…

Peki, sessiz kalan kitlelerin bu suskunluğu bir ihanet mi? Irkçılık damar damar yayılırken, mezhepçilik derin kökler salarken, nefret siyaseti bir düzene dönüşürken; tüm bu kan, bu yıkım ve bu inkâr karşısında yaşanan, halkların içten içe çöküşü müydü, yoksa onlarca yıl süren ince mühendisliğin biçtiği programlı bir çözülüş mü? Yahut, halklar kandırıldı, kullanıldı ve hâlâ da istismar edilmeye devam mı ediyorlar?

Halkları suçlamak ne denli kolaydır. Fakat örtbas edilen, yürek burkan bir gerçek vardır: Görünüşte bir ihanet gibi algılanan şey, aslında çok daha derin ve sessiz bir çöküşün yankısıdır. Tükenmiş, ihanete uğramış halklar; sonra kendilerini de yüzüstü bıraktılar. Dışarıdan boğulurken, içten çürüdüler; sonunda felç olmuş, parçalanmış, içine kapanmış, kuşkularla örülmüş kalabalıklara dönüştüler. Ve etraflarındaki dünya, sessizce, yeniden şekillenmeye başladı.

Denklemler öylesine hızlı değişiyor ki, olup biteni kavramak her geçen gün daha da zorlaşıyor. Bölge, adı konmamış ama ince hesaplarla yürütülen bir yeniden inşa sürecine girmiş durumda.

Gazze’de, Lübnan’da İran’da, Suriye’de ve Irak’ta yaşananlar tesadüf değil. Her biri, büyük bir projenin özenle yerleştirilmiş parçaları. Aşama aşama ilerleyen, profesyonelce kurgulanmış bir stratejinin izdüşümü…

Böylesi karmaşık bir tabloda halkların suskunluğu artık farklı şekillerde okunabilir. Bu bir teslimiyet mi? Yoksa hayatta kalmak için geliştirilen içgüdüsel bir savunma mı?

Çünkü bugün risk alarak bir adım atmak isyan, itiraz etmek intihar sayılıyor.

Bu denklem son derece karmaşıktır. İşgal, açlık, darbeler, diktatörlük ve fitnelerle boğuşan halklar, tamamen masum olmasa da bütünüyle suçlu da değildir. Onlar; dışlayan, engelleyen ve sürgün eden rejimlerin esaretinde yaşadılar. Uyutmanın ustası medyalarla, yoksullaştıran ekonomilerle, bölen ve parçalayan dini söylemlerle, gerektiğinde satın alınan ve değiştirilen elitlerle kuşatıldılar. Tüm bu koşullar içinde iradeleri zayıfladı, bilinç geriledi ve sessizlik, artık bir siyasi duruştan çok bir savunma kalkanına dönüştü.

En acı veren yan ise sadece bu gerileme değil; aynı zamanda iç çözülmenin kalıcı, kurumsal bir yapıya evrilmiş olmasıdır. En azından şimdilik…Mezhepçilik, ırkçılık ve ayrımcılık artık yalnızca toplumsal sapmalar değil; iktidar aygıtlarının araçları haline dönüştü. Bu tümörler tedavi edilmedi, aksine beslendi, güçlendirildi. Sonuçta, her türlü uzlaşı ve birlik inşası, mayınlı bir sahada yürümek kadar tehlikeli hale geldi.

İçe kapanma kültürü gelişirken, siyaset kolektif eylem olarak suç sayıldı; görüşler küçümsendi, nasihatçiler dışlandı, eleştiri cezalandırıldı ve medya; eğlence, pohpohlama ve yüzeyselliğin aracı oldu. Böylece halklar, katılımcı olmaktan çıkarılıp yalnızca seyirci konumuna indirildi. Enflasyon, yoksulluk ve azalan fırsatlar arasında yaşanan günlük varoluş mücadelesinde artık eylem değil, sadece ses bile dikkatle izlenir hale geldi.

Peki bu, halkların tamamen tükenişi anlamına mı geliyor?

Hayır… Gerçek anlamda halkların pasifliği bakımından belki de en karanlık dönemi yaşıyoruz. Artık kendimizi başka halklarla kıyaslamanın bir anlamı kalmadı. Evet, hâlâ kenarlarda güçlü kıpırtılar var. Sessizliği delen, küllerin altındaki ateşin sönmediğini gösteren kıvılcımlar… Hâlâ izzetin davasını güden, yeniden sahiplenme anını bekleyen yürekler var. Ama bu umut, ancak sahici bir projeyle filizlenebilir: Bölünmüşlüğü aşan, itibarı yeniden inşa eden, kuru ajitasyonlar yerine net ve uygulanabilir bir vizyon ortaya koyan bir proje… Öyle bir proje ki; bâtıl tüm fikirleri silip süpüren, ümmeti parçalayan ihtilafları ortadan kaldıran bir proje… Bu proje, yalnızca Müslümanları değil, tüm insanlığı hidayete çağıran; İslam’ın adaletini diğer halklara taşıyan bir şahitlik misyonuyla şekillenmeli. Allah Subhanehu ve Teala ile bağını yeniden kuran, köklerine dönen, özüne kavuşan bir proje…

Bu proje, halktan kopuk elitlerin ya da sessizlik karşılığında güvenlik satan devletlerin ürünü olamaz. Halk ile liderlik arasındaki güvenin yeniden inşası gerekir. Devletle toplum arasındaki ilişkiyi yeniden tanımlayan, vesayetten uzak, İslam akidesine dayalı bir yapı inşa edilmeli…

Aynı zamanda, ya bağımlı ya da geri çekilmiş; yalnızca dönemsel eleştiriler yapan veya sanal dünyalarda tweet atan entelektüel ve siyasi elitlerin de sorumluluğu büyüktür. Bu elitler, halklara yukarıdan bakan kibirden sıyrılmalı; söylemi yeniden biçimlendirmeli, siyasi bilinç aşılamalı ve gerçekleşebilir stratejik vizyonlar ortaya koymalıdırlar. Ne hayalci bir idealizm ne de öfke yüklü patlamalarla değil…

Özetle: İçinden geçtiğimiz bu tarihsel dönemeçte, halklar üzerine konuşmak artık ahlaki bir lüks değil, hayati bir zarurettir. Zira yaklaşan mücadele, yalnızca ordularla değil, halkların bilinci ve uyanışıyla kazanılacaktır. Sessizlik her zaman ihanet değildir; ancak “kader” anlarında sürerse, ihanet olabilir. Ve bu ihmalin yayılması, en ölümcül olanıdır.

Bugünün sorusu artık sadece şu değildir:

Halklar ihanet eder mi?

Asıl soru şudur:

Halklara yeniden sahneye çıkma fırsatı tanınacak mı? Yoksa oyun, onların dışlandığı ve sırtlarından yürütüldüğü bir biçimde mi kurgulanacak?

“Siz, insanlar için çıkarılmış en hayırlı ümmetsiniz. İyiliği emreder, kötülükten men eder ve Allah’a iman edersiniz.” (Âl-i İmrân 110)

 

Yorum Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir