#ABD #Afrika #Almanya #Amerika #Asya #Avrupa #Avrupa Birliği #Azerbaycan #Balkanlar #Baltık #Çin #Devletlerarası #Ekonomi #Endonezya #Enerji #Fransa #Genel #Güvenlik #İngiltere #Irak #İran #Jeopolitik #Kazakistan #Körfez #Ortadoğu #Pakistan #Rusya #Siyaset #Suudi Arabistan #Tarih #Tema #Türkiye #Türkmenistan #Yahudi Varlığı

Küresel Enerji ve Tedarik Koridorlarının Tarihçesi (17. Yüzyıldan Günümüze)

Küresel Enerji ve Tedarik Koridorlarının Tarihçesi (17. Yüzyıldan Günümüze)

Odundan Kömüre – İlk Enerji Ticareti ve Sanayi Devriminin Yakıtı

17. ve 18. yüzyıllarda odun ve kömür, toplumların ana enerji kaynağıydı. Ormanlar tükenirken kömür, sanayileşen imparatorlukların gücünün merkezine oturdu. Buharlı makineler ve demiryolları yeni enerji koridorları oluşturdu, küresel ticaret rüzgâr ve yelkenlerden buhara geçerken, kömür madenleri ve taşıma hatları stratejik önem kazandı.

1600’lerde Avrupa’da odun kömürü kıtlığı baş göstermişti. Evlerde ısınma ve zanaat atölyelerinde metalürji için yoğun kullanılan odun tükenme noktasına gelince, özellikle Britanya gibi ülkeler çareyi taş kömürüne yönelmekte buldu. 17. yüzyılın sonlarından itibaren Britanya’da kömür üretimi hızla arttı ve Sanayi Devrimi’nin lokomotifi oldu. Buharlı makinenin icadıyla birlikte kömür, fabrikaların, trenlerin ve gemilerin temel yakıtı haline geldi. Örneğin, 1800’de dünya enerji tüketiminin sadece %1,7’si kömürken 1900’de bu oran neredeyse %50’ye fırlamıştı. Bu dönemde küresel enerji koridorları ilk kez ortaya çıktı: Britanya İmparatorluğu, sömürgeleri boyunca bir kömür ikmal ağı kurarak deniz yollarını kontrol etti. Uzak deniz seferlerinde buharlı gemilerin yakıt ihtiyacını karşılamak için kömür istasyonları ağı oluşturuldu; Aden, Malta, Singapur gibi limanlar dönemin “enerji durakları” işlevini gördü. Nitekim 19. yüzyıl sonlarında denizci devletler, donanmalarına yakıt sağlamak amacıyla dünya genelinde bir dizi kömürleme istasyonu kurmuş, bu istasyonlar imparatorlukların adeta dokusu haline gelmişti. Bu sayede, kömür sadece bir emtia değil, jeopolitik bir koz haline geldi. Enerji rotalarının kontrolü, o dönemde küresel güç dengelerini belirleyen kritik bir faktördü.

Petrolün Doğuşu ve Modern Çağın Yakıtı

19. yüzyılın ikinci yarısında sahneye çıkan petrol, aydınlatma için kullanılan bir merak nesnesinden, sanayinin ve ulaşımın vazgeçilmez stratejik kaynağına dönüştü. İlk petrol kuyularının açılmasıyla birlikte petrol ticareti başladı; kısa sürede boru hatları ve tankerler ham petrolü uzak mesafelere taşımaya başladı. 20. yüzyılın başında, enerji koridorlarının rotası artık petrolün çıkarıldığı topraklar ve limanlar etrafında şekilleniyordu.

1859 yılında Pensilvanya’da Edwin Drake tarafından ilk modern petrol kuyusu açıldığında, petrol önceleri sadece gaz lambalarını yakmak için kullanılıyordu. Ancak içten yanmalı motorlu araçların icadı ve sanayide petrol türevlerinin kullanımıyla bu siyah altın hızla stratejik bir emtia haline geldi. 19. yüzyılın sonuna gelindiğinde, özellikle Bakü petrol sahaları dünyanın ilgisini üzerine çekmişti. Bakü (bugün Azerbaycan) o dönemde Rus İmparatorluğu sınırları içindeydi ve 1880’ler-1900’ler arasında adeta bir petrol patlaması yaşadı. Öyle ki 1910’lar civarında Bakü, dünya petrolünün yaklaşık yarısını tek başına karşılıyordu. Bu pek bilinmeyen bir gerçek, petrolün daha Orta Doğu’dan çıkmadan önce Kafkasya’da küresel güç dengelerini değiştirdiğini gösteriyor – “hmm demek böyleymiş” dedirten tarihî bir detay.

Bakü’de faaliyet gösteren Nobel Kardeşler gibi girişimciler, petrolü pazarlara ulaştırmak için yenilikçi çözümler geliştirdiler. 1878’de dünyanın ilk modern petrol tankeri olan “Zoroaster” Bakü’de inşa edildi ve ham petrolü nehirler ve denizler üzerinden taşımaya başladı. Bu, o döneme kadar varillere doldurularak zahmetle taşınan petrol için devrim niteliğinde bir lojistik atılımdı. Aynı dönemde, petrolü limanlara ulaştırmak için boru hatları da inşa edilmeye başlandı. 1906’da Bakü’den Karadeniz kıyısındaki Batum limanına uzanan 885 km’lik hat, dünyanın o zamana kadarki en uzun petrol boru hattı olarak tamamlandı. Bu hat sayesinde Hazar petrolleri Karadeniz’e, oradan da dünya pazarlarına sevk edilebiliyordu. Böylesi altyapı hamleleri, ilk küresel enerji koridorları arasında sayılabilir.

Petrolün stratejik değeri hızla anlaşılmıştı. Denizlerde kömür devri bitip petrol yakıtlı gemilere geçiş başlayınca, imparatorlukların lojistiğinde büyük kırılmalar yaşandı. I. Dünya Savaşı öncesinde Britanya Donanması gemilerini kömürden petrole çevirmeye karar verdiğinde, bu kararın ardında İran petrollerine erişme hedefi vardı. 1908’de İran’da (o zamanki adıyla Pers diyarında) büyük petrol yatakları keşfedilmiş ve Anglo-Persian Oil Company kurulmuştu. Britanyalılar 1914’te bu şirketin kontrol hissesini alarak donanmalarını çalıştıracak yakıtı güvenceye aldılar. Hatta denilebilir ki Kraliyet Donanması’nın kömürden petrole geçişi, enerji jeopolitiğinde yeni bir perde açtı: Yakıt kaynaklarını denetlemek artık ulusal güvenlik meselesiydi.

I. Dünya Savaşı yıllarında, petrolün değeri daha da belirgin hale geldi. Savaşın gölgesinde büyük devletler enerji koridorları üzerinde stratejik oyunlar oynadılar. Örneğin Almanya, Osmanlı topraklarında bir Berlin-Bağdat demiryolu inşa projesine girişmişti. Amaç, Almanya’yı doğrudan Basra Körfezi’ne bağlayarak Mezopotamya petrollerine erişmek ve Süveyş Kanalı’nı devre dışı bırakmaktı. Britanya ve Fransa bu projeyi kendi çıkarlarına tehdit olarak gördüler; sonuçta savaş öncesi büyük diplomatik gerilimler yaşandı. Nitekim, tamamlanamayan bu hat yüzünden Almanya, Orta Doğu petrollerine savaş boyunca ulaşamadı. Bir başka dikkat çekici olay, 1917’de Bakü petrollerine ulaşmak için İngilizlerin Hazar bölgesine bir askeri misyon (Dunsterforce) göndermesidir – bu da pek bilinmeyen bir hamledir ve petrolün müttefikler nezdinde bile ne denli kritik olduğunu gösterir. Tüm bu dönem, petrolün enerji koridorlarını jeopolitik bir satranç tahtasına çevirdiği yıllardı.

Savaşlar, Krizler ve Enerji – Petrol Çağında Rekabet

20. yüzyıl boyunca büyük savaşlar ve krizler, enerji yollarının stratejik önemini her zamankinden fazla ortaya koydu. II. Dünya Savaşı’nda petrol sahaları ve nakil yolları uğruna amansız mücadeleler verildi. Savaş sonrası dönemde Orta Doğu petrolleri, darbelerden ambargolara kadar pek çok olaya yön verdi. Enerji koridorlarını kontrol etmek isteyen süper güçler, “enerji güvenliği” kavramını doğurdular ve bu uğurda dünya çapında müdahalelerde bulundular.

II. Dünya Savaşı patlak verdiğinde, petrol adeta orduların kanı mesabesindeydi. Tanklar, uçaklar, donanmalar – hepsi petrol türevleriyle çalışıyordu ve bu da yakıt ikmal hatlarını düşmanın öncelikli hedefi haline getirdi. Örneğin, Nazi Almanyası 1942’de Sovyetler Birliği’ne karşı başlattığı Mavi Plan (Operation Blau) kapsamında Kafkaslar’ın petrol zenginliklerine ulaşmayı amaçladı. Hitler, generallerine meşhur bir şekilde “Ya Maykop ve Grozni’nin petrolünü ele geçiririm ya da bu savaşı bitirmek zorunda kalırım” diyordu. Bu söz, o dönemde petrolün stratejik değerini çarpıcı biçimde ortaya koyuyor: Almanya’nın gözü Bakü petrollerindeydi, çünkü Sovyet ordusunun yakıtını kesmek ve kendi savaş makinesini çalıştırmak için buna muhtaçtı. Gerçekten de 1942 yazında Alman birlikleri Kafkaslar’a yönelip Stalingrad’a kadar ilerlediler, ancak Bakü’ye ulaşamadan durduruldular. Bu başarısızlık, savaşın gidişatını belirleyen faktörlerden biri oldu – enerji koridorlarına erişememek Almanya’nın yenilgisine zemin hazırladı diyebiliriz.

Aynı savaşta Pasifik cephesinde de benzer bir enerji mücadelesi yaşanıyordu. Japon İmparatorluğu, sanayisini ve donanmasını besleyecek petrol kaynaklarından yoksundu. 1941’de ABD Japonya’ya petrol ambargosu uygulamaya başlayınca, Japonya alternatif kaynak peşine düştü ve Güneydoğu Asya’nın petrol zengini topraklarına yöneldi. Bu durum, tarihin akışını değiştiren bir hamleyi tetikledi: Pearl Harbor saldırısı. Japonya, ABD’nin donanmasını saf dışı bırakıp Endonezya’daki (o dönemki Hollanda Doğu Hint Adaları) petrol sahalarını ele geçirmek istedi. Burada da enerji koridorlarının stratejik önemini görüyoruz – Borneo ve Sumatra’nın petrolü, Pasifik savaşının arka planında yatan büyük hedefti. Savaşın ilerleyen yıllarında Müttefikler, Japonya’nın ve Almanya’nın yakıt ikmal hatlarını kesmek için yoğun çaba sarf ettiler; Romanya’daki Ploiești petrol rafinerileri ABD hava kuvvetlerince defalarca bombalandı, U-boot denizaltıları Atlantik’te Müttefik petrol tankerlerini avladı. Tüm bu örnekler, II. Dünya Savaşı’nın perde arkasında bir enerji savaşı da yaşandığını gözler önüne seriyor.

Savaş bittiğinde ortaya ilginç bir manzara çıktı: Dünya petrol üretiminin çoğu ABD kontrolündeydi. 1945’e gelindiğinde ABD, dünya ham petrolünün yaklaşık %60’ını tek başına üretiyor, Suudi Arabistan gibi yeni petrol bölgeleri ise hızla gelişiyordu. Bu üstünlük, Amerika’nın sonraki on yıllarda küresel enerji koridorlarında söz sahibi olmasının temelini attı. Ancak Orta Doğu hızla sahneye çıkacaktı.

Soğuk Savaş döneminde enerji koridorları, ABD ve Sovyetler Birliği arasındaki rekabetin bir parçası haline geldi. ABD, petrol zengini Orta Doğu’da nüfuzunu artırmaya çalışırken, Sovyetler kendi topraklarındaki ve müttefiklerindeki enerji kaynaklarını koz olarak kullandı. 1950’lerde ve 60’larda meydana gelen bir dizi kritik olay, enerji-jeopolitik denklemine damga vurdu:

  • İran 1951: İran demokratik yollardan seçilmiş Başbakanı Muhammed Musaddık, ülkesinin petrolünü işleten İngiliz şirketini millîleştirdi. Bunun üzerine İngiltere ve ABD, Musaddık’ı devirmek için gizli bir operasyon düzenledi (1953). Bu darbe, gerçekte petrolün kontrolü meselesiydi ve Batı dünyasının enerji çıkarları uğruna bir ülkenin kaderine müdahalesine örnek teşkil etti. “Operasyon Ajax” adıyla bilinen bu olay sonrasında İran petrolü yeniden Batılı şirketlerin denetimine girdi – ta ki 1979 İslam Devrimi’ne kadar.
  • Süveyş Krizi 1956: Mısır lideri Cemal Abdülnasır, Süveyş Kanalı’nı işleten yabancı şirketi millîleştirdiğini ilan edince, Britanya ve Fransa panikledi. Çünkü Süveyş Kanalı, Avrupa’nın Orta Doğu petrolüne ulaşımının can damarıydı. Kriz öyle büyüdü ki İngiltere, Fransa ve İsrail müşterek bir askerî operasyonla kanalı geri almaya çalıştılar. Sonuç ise beklenmedikti: ABD ve Sovyetler bu girişime karşı çıktı, özellikle ABD’nin baskısıyla eski emperyal güçler geri çekildi. Süveyş Kanalı, kısa süreliğine kapanmış olsa da tekrar açıldı – ancak bu olay Avrupa’ya petrol akışının birkaç ay kesilmesine yol açarak enerji koridorlarının ne kadar kırılgan olabileceğini gösterdi. Dünya ilk kez petrol tedariğinin siyasi bir krizle sekteye uğradığını gördü, üstelik Süveyş 1967’deki Arap-İsrail savaşında yeniden kapanıp tam 8 yıl kapalı kalacak, bu süre zarfında tankerler Afrika’nın güneyinden dolaşmak zorunda kalacaktı.
  • OPEC’in Kuruluşu 1960 & 1973 Krizi: Orta Doğu ve ötesindeki petrol üreticisi ülkeler, pazarın ve fiyatların kontrolünü uluslararası şirketlerin elinden almak için 1960’ta Petrol İhraç Eden Ülkeler Örgütü (OPEC)’i kurdular. OPEC’in gerçek gücü ise 1973 Petrol Ambargosu ile hissedildi. 1973’te Yom Kippur Savaşı patlak verdiğinde, Arap OPEC üyeleri İsrail’i destekleyen Batı ülkelerine petrol satışını kesti. Sonuç tam anlamıyla küresel bir şok oldu: Petrol fiyatları önce ikiye, ardından dörde katlandı, tüketici ülkelerde benzin kuyrukları oluştu, ekonomiler sarsıldı. Bu, enerji koridorlarının siyasi bir silah olarak kullanımının ilk açık örneğiydi. Bir anda “enerji güvenliği” kavramı, hükümetlerin öncelikli gündemi haline geldi. Bu ambargo, “petrol krizleri” çağını başlatarak alternatif enerji arayışlarına bile hız kazandırdı.

1970’lerin sonunda bir şok daha yaşandı: 1979’da İran Devrimi ve ardından İran-Irak Savaşı, petrol arzını yeniden sekteye uğrattı, fiyatlar fırladı. ABD bu dönemde Stratejik Petrol Rezervi’ni oluşturdu, yakıt tasarrufu politikaları geliştirildi. Kısacası, Soğuk Savaş’ın ikinci yarısında petrol, jeopolitiğin merkezinde yer aldı. Bir yanda Sovyetler Birliği, kendi bloğuna ve Avrupa’ya petrol/doğalgaz tedarikinde bulunarak nüfuz sahibi olmaya çalışıyor (örneğin 1960’lardan itibaren Doğu Avrupa’ya boru hatları döşüyor, Batı Avrupa’ya da petrol satıyordu), öte yanda ABD ve müttefikleri Orta Doğu’daki müttefiklerini (Suudi Arabistan, Körfez ülkeleri gibi) destekleyerek enerji akışını garanti altına almaya çalışıyordu. 1980’lerde bu rekabet farklı bir boyuta ulaştı: Sovyetler, Sibirya doğalgazını Batı Avrupa’ya taşıyacak dev bir boru hattı inşa ederken, ABD Başkanı Reagan müttefiklerine “Sovyet gazına bağımlılığı artıracak bu projeye girmeyin” diyerek yaptırımlar bile uyguladı. Avrupa ülkeleri nihayetinde Sovyet gazını almaya devam etti, ama bu tartışma enerji koridorlarının artık küresel stratejinin ayrılmaz bir parçası olduğunu teyit etti.

Doğalgaz ve Boru Hatları – Soğuk Savaş’tan Günümüze Yeni Güç Oyunları

20. yüzyılın son çeyreğinden itibaren doğalgaz yükselen bir enerji yıldızı haline geldi ve onu taşıyan boru hatları, uluslararası diplomasinin adeta sinir hattı oldu. Doğu-Batı eksenindeki gaz alışverişi, yeni ittifaklar ve krizler doğurdu. Boru hatlarının rotası üzerine süren diplomasi oyunları, enerji koridorlarının bir harita üzerindeki çizgi olmaktan öte ülkelerin kaderini etkileyen kararlara dönüştüğünü gösterdi.

1970’lerden sonra petrolün yanı sıra doğalgaz da kritik bir enerji kaynağı olarak önem kazandı. Özellikle Avrupa, sanayisini ve şehirlerini ısıtmak için Sovyetler Birliği’nin devasa doğalgaz rezervlerine yöneldi. İlk büyük gaz boru hatları bu dönemde döşendi; Ukrayna üzerinden gelen Sovyet gazı, Soğuk Savaş’ın ortasında bile Batı Avrupa ülkelerine ulaşmaktaydı. Bu durum, enerji konusunda ilginç bir karşılıklı bağımlılık yarattı: Sovyetler gaz satışından döviz elde ediyor, Batı ise enerji ihtiyacını karşılıyordu. Ancak boru hatlarının jeopolitik önemi asıl Sovyetler dağıldıktan sonra iyice su yüzüne çıktı.

1991’de Sovyetler Birliği çöktüğünde, Hazar havzası ve Orta Asya’nın zengin petrol-gaz kaynakları uluslararası şirketler ve güçler için yeni bir rekabet alanı oldu. Bakü bir kez daha gündeme geldi: Azerbaycan, Kazakistan, Türkmenistan gibi yeni bağımsız devletler enerji kaynaklarını dünya pazarlarına ulaştırmak için alternatif güzergâhlar arıyordu. Bu noktada devreye giren bir proje, Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) petrol boru hattı oldu. 2006’da faaliyete geçen bu hat, Azerbaycan petrolünü Ermenistan ve Rusya’yı bypass ederek Gürcistan üzerinden Türkiye’nin Akdeniz kıyısındaki Ceyhan limanına taşımaya başladı. Aşağıdaki haritada BTC hattının rotası görülüyor: kırmızı çizgi ile gösterilen hat, jeopolitik nedenlerle Ermenistan yerine Gürcistan’dan geçiyor ve İran’ı da pas geçerek Türkiye’de son buluyor. Bu sayede Hazar petrolü doğrudan Akdeniz’e inip tankerlerle dünyaya açılabiliyor. ABD ve Türkiye’nin desteklediği bu proje, dönemin “Enerjinin İpek Yolu” olarak anıldı ve Rusya ile İran’ın nüfuz alanını daraltan stratejik bir hamle olarak değerlendirildi. BTC’nin hayata geçmesi birçok engeli aşmayı gerektirdi; yıllarca “hayal boru hattı” denilip fizibıl olmadığı söylense de nihayetinde ekonomik ve politik irade galip geldi – bu da enerji koridorlarının gerçekleşmesinde jeopolitik istencin önemine güzel bir örnek.

Bakü-Tiflis-Ceyhan (BTC) Petrol Boru Hattı rotası haritada kırmızı çizgiyle gösteriliyor. Bu hat, Azerbaycan petrolünü Gürcistan üzerinden Türkiye’ye ulaştırarak Rusya ve İran’ı devre dışı bırakıyor. 2006’da devreye giren BTC, enerji koridorlarının jeopolitik hamlelerle nasıl şekillendiğine çarpıcı bir örnek teşkil ediyor.

BTC’nin başarısı, arkasından doğalgaz projelerini de getirdi. Hazar gazını Türkiye ve Avrupa’ya taşıyan TANAP ve TAP projeleri, yine benzer şekilde enerji kaynaklarını çeşitlendirme ve transit ülkeleri atlama stratejilerinin ürünüdür. Bu arada Rusya da boş durmadı: Sovyet sonrası dönemde elindeki kozları korumak için gaz hatlarını kendi kontrolünde tutmaya çalıştı. Ukrayna üzerinden geçen ana gaz hattı Moskova’nın Avrupa’ya gaz iletmekte yıllarca kullandığı güzergâhtı; ancak bu Ukrayna’ya da bir koz veriyordu. Rusya, 2006 ve 2009 yıllarında Ukrayna ile fiyat ve siyasi anlaşmazlıklara düşünce gaz vanalarını kısmış, Avrupa kış ortasında gaz kriziyle yüzleşmişti. Modern Avrupa şehirleri bir anda enerji kıtlığının eşiğine geldi. Bunun üzerine Avrupa Birliği enerjide kaynak ve rota çeşitlendirmeyi öncelik haline getirdi.

Rusya ise Ukrayna gibi transit ülkelere bağımlılığı azaltmak amacıyla Kuzey Akım (Nord Stream) gibi projelere yöneldi. 2011’de Baltık Denizi altından Almanya’ya uzanan Kuzey Akım boru hattı açıldı; bu hat Rus gazını doğrudan Almanya’ya taşıyarak Polonya ve Ukrayna’yı devre dışı bıraktı. Ardından ikinci bir hat (Kuzey Akım 2) planlandı. Güneyde ise TürkAkım (TurkStream) ve daha önce gündeme gelen Güney Akım projeleri ile Rusya, Türkiye üzerinden Balkanlar’a ve Avrupa’ya doğrudan hatlar oluşturmanın peşine düştü. Her bir boru hattı projesi, ardında yoğun bir diplomasi satrancı barındırıyordu: ABD, bazı Avrupa ülkeleri Rus gazına fazla bağımlı olmasın diye bu projelere karşı lobicilik yapıyor; Rusya ise enerji kartını kullanarak nüfuzunu perçinlemeye çalışıyordu. Örneğin 2022’de patlak veren Ukrayna krizi sonrasında Kuzey Akım 2 projesi durduruldu, Kuzey Akım hatlarında gizemli sabotajlar yaşandı ve Avrupa hızla LNG (sıvılaştırılmış gaz) ithalatına yöneldi. Bu gelişmeler, boru hatlarının ne kadar jeopolitik kırılgan olduğunu bir kez daha hatırlattı.

Sonuçta, günümüzde boru hatları şebekesi adeta dev bir örümcek ağı gibi kıtaları sarmış durumda. Kanada’dan ABD’ye uzanan hatlardan, Suudi Arabistan’dan Kızıldeniz’e açılan hatlara; Myanmar’dan Çin’in Yunnan eyaletine giden hatlardan, Cezayir’den İspanya’ya uzanan Akdeniz altı hatlara kadar sayısız örnek var. Her biri, geçtiği toprakların siyasi durumundan etkileniyor. Enerji koridorlarının güvenliği artık sadece deniz yollarının değil, karasal hatların da korunmasına bağlı. Bu da ülkeleri askeri ve diplomatik stratejilerinde enerji altyapısını hesaba katmaya zorluyor. Örneğin Suriye iç savaşının ilk yıllarında, Katar’dan Türkiye’ye uzanacak bir doğalgaz boru hattı projesinin Rusya tarafından istenmediği ve bunun da bölgedeki güç dengelerini etkilediği sıkça tartışılan bir konudur (resmi bir neden olarak sunulmasa da birçok analizde bu “boru hattı rekabeti” vurgulanır). Kısacası, 21. yüzyılda enerji boru hatları, devletlerarası ilişkilerde pazarlık konusu, kriz sebebi ve ittifak gerekçesi olmayı sürdürüyor.

Stratejik Geçiş Noktaları – Boğazlar, Kanallar ve Limanlar

Dünya enerji arterleri, coğrafyanın belirli dar geçitlerinde düğümlenir: Okyanusları birleştiren boğazlar, denizleri birleştiren kanallar ve dev tankerlerin yanaştığı limanlar… Lojistik kilit noktaları olarak anılan bu yerler, enerji tedarik koridorlarının “kapı bekçileri” gibidir. Tarih boyunca bu boğazları ve kanalları tutan devletler muazzam stratejik avantaj sağladılar; günümüzde de bir tankerin geçişine engel olmak, küresel piyasaları sarsmaya yetiyor.

Enerji taşımacılığının büyük kısmı hala deniz yoluyla gerçekleşiyor. Petrol ve sıvılaştırılmış doğal gaz (LNG) tankerleri, üretim bölgelerinden tüketim bölgelerine gitmek için belirli rotalara mahkûm. Bu rotalar üzerinde birkaç kritik boğaz (strait) bulunuyor ki her biri adeta birer “tıkanma noktası” (chokepoint) olarak tanımlanır.

En önemlisi, Hürmüz Boğazı. Basra Körfezi’ni Umman Denizi’ne bağlayan bu dar geçit, bir yanda İran diğer yanda Umman ve Birleşik Arap Emirlikleri arasında sıkışmıştır. Hürmüz, dünyanın en kritik petrol geçidi olarak bilinir – zira Körfez ülkelerinin petrol ve LNG ihracının büyük kısmı buradan çıkar. Rakam vermek gerekirse, günde yaklaşık 17 milyon varil petrol, yani deniz yoluyla taşınan küresel petrolün %30’u bu boğazdan geçmektedir. Başka bir ifadeyle, dünya petrolünün kabaca beşte biri sadece Hürmüz’e bakar durumda. Bu muazzam yoğunluk, Hürmüz’ü jeopolitik tartışmaların merkezine oturtur. İran’ın zaman zaman “Boğazı kapatırız” tehditleri ya da ABD Donanması’nın Körfez’de sürekli devriye gezmesi boşuna değildir. 1980’lerde İran-Irak Savaşı sırasında “Tanker Savaşı” adı verilen bölümde, taraflar birbirlerinin tankerlerine saldırarak Hürmüz hattını kesmeye çalışmış; bunun üzerine ABD, Kuveyt tankerlerine kendi bayrağını çekip donanma refakatinde geçişler yaptırmıştır. Yine yakın dönemde, 2019’da İran’ın bazı tankerleri alıkoyması ve sabotaj iddiaları bölgedeki tansiyonu yükseltmiş, petrol fiyatlarını sıçratmıştır. Hürmüz, gerçekten de bir enerji şah damarı ve kim tutarsa elinde büyük bir koz barındırıyor.

Bir diğer kritik boğaz da Malakka Boğazı. Hint Okyanusu’nu Pasifik’e bağlayan bu dar koridor, Endonezya ile Malezya/Singapur arasındadır. Özellikle Doğu Asya’nın enerji ihtiyacı Malakka’dan akar. Orta Doğu’dan yüklenen dev petrol tankerleri Japonya, Güney Kore, Çin gibi ülkelere ulaşmak için Malakka’yı geçmek zorunda. 2013 verilerine göre günde ortalama 15 milyon varil petrol Malakka’dan geçiyordu, ki bu rakam Asya’nın hızla büyüyen ekonomilerinin damarlarına taşınan kan gibidir. Malakka Boğazı o kadar yoğun kullanılır ki, Singapur limanına yaklaşırken adeta gemi trafiği sıkışır. Dahası, boğazın en dar yeri sadece 1.7 mil genişlikte olduğundan, bir kaza ya da olay anında kolayca tıkanabilir. Bu riskler nedeniyle Çin, yıllardır “Malakka ikilemi” denilen bir stratejik endişe taşır: ABD donanması kriz anında Malakka’yı kapatırsa Çin’in petrol akışı kesilir. Bu yüzden Çin, Myanmar üzerinden Yunnan bölgesine boru hatları inşa etti ve Pakistan’ın Gwadar limanı gibi alternatif rotalara yatırım yapıyor. Malakka’da korsanlık da geçmişte ciddi bir sorundu; 2000’lerde artan korsan saldırıları Malezya, Endonezya ve Singapur’un ortak devriyeleriyle azaltıldı. Ancak hala, Malakka Boğazı Asya’nın enerji güvenliği açısından hayati bir halka olarak titizlikle korunuyor.

Süveyş Kanalı ve yanında yer alan SUMED boru hattı (Mısır’daki Suez-Mediterranean petrol boru hattı) da Akdeniz ile Kızıldeniz’i birleştirerek Hint Okyanusu-Avrupa arasını kısaltan bir koridor sunar. Süveyş Kanalı’ndan her gün yaklaşık 3 milyon varil petrol geçmektedir. Bu miktar belki Hürmüz ve Malakka kadar yüksek değil, ancak Süveyş’in önemi yolun kısalığından gelir: Kanal olmasa tankerler Afrika’nın güneyini dolaşmak zorunda kalır, bu da hem süreyi hem maliyeti ciddi biçimde artırır. Nitekim 1967-1975 arasında kanal kapalı kaldığında, zorunlu olarak Ümit Burnu rotası kullanılmış, deniz taşımacılığında navlun fiyatları yükselmişti. 21. yüzyılda bile bir Süveyş kazasının etkisini gördük: 2021’de dev Ever Given gemisinin kanalı tıkamasıyla küresel ticaretin birkaç gün nasıl altüst olduğunu herkes hatırlayacaktır. Enerji açısından bakarsak, Süveyş kapandığında Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri Avrupa’ya petrol taşımak için acilen SUMED boru hattını tam kapasite kullanır ve yine de talebi karşılamak zorlaşır. Yani Süveyş, “küçük hacimli ama kritik” bir halkadır.

Türk Boğazları (İstanbul Boğazı ve Çanakkale Boğazı) da Karadeniz’den dünyaya açılan tek kapı olması nedeniyle enerji koridorlarında özel bir yere sahiptir. Karadeniz’e kıyısı olan petrol üreticileri (Rusya’nın bazı bölgeleri, Kazakistan’ın Hazar petrolü Rusya üzerinden, Azerbaycan’ın bir kısmı vs.) ham petrol ve ürünlerini tankerlerle İstanbul ve Çanakkale Boğazları’ndan geçirerek Akdeniz’e ulaştırırlar. Bu güzergâh üzerinden 2010’larda günlük 2-3 milyon varil civarında petrol akışı olduğu tahmin edilmiştir. Türkiye’nin kontrolünde olan bu boğazlar, Montrö Sözleşmesi gereği barış zamanında ticari gemilere açık olsa da Türkiye’nin koyduğu kurallar ve kılavuz kaptan zorunluluğu gibi düzenlemelerle yönetiliyor. Zaman zaman yoğun tanker trafiği nedeniyle boğaz girişlerinde onlarca gemilik kuyruklar oluşur, bu da sevkiyat takvimlerini etkiler. Ayrıca jeopolitik gerginliklerde de Boğazlar önemini hissettirir: Örneğin Rusya-Ukrayna savaşı sırasında sigorta ve yaptırım sorunları yüzünden kış 2022’de Boğazlarda tanker yığılmaları yaşandı, dünya medyası günlerce bunu konuştu. Türkiye, bir enerji transit ülkesi olarak boğazların güvenli geçişini sağlamak için hassas dengeler gözetmektedir. Boğazlardan geçemeyecek büyüklükteki süper tankerler için alternatif olarak Bakü-Tiflis-Ceyhan gibi boru hatları zaten geliştirildi; bu da Montrö kısıtlarına takılmadan petrolün Ceyhan limanından yüklenebilmesini sağlıyor. Görüldüğü gibi, İstanbul ve Çanakkale Boğazları, tarih boyunca imparatorlukların da gözdesiydi (1840’larda İngiltere ile Rusya’yı karşı karşıya getiren “Boğazlar Sorunu”nu hatırlayın) – bugün de enerji jeopolitiğinin Karadeniz-Akdeniz eksenindeki kilit noktaları olmaya devam ediyor.

Bahsetmemiz gereken bir diğer stratejik geçiş ise Babü’l-Mendeb Boğazı. Kızıldeniz’in güney ağzındaki bu boğaz, Yemen ile Afrika Boynuzu (Cibuti-Eritre) arasındadır ve Süveyş yolunun işlemesi için açık kalması şarttır. Her gün yaklaşık 5 milyon varil civarı petrol buradan geçer. Son yıllarda Yemen’deki iç savaş ve bölgedeki istikrarsızlık, Babü’l-Mendeb üzerinden geçen tankerlerin güvenliğini tehdit etti. 2018’de Husiler tarafından bir Suudi tankerine saldırı düzenlenince Suudi Arabistan bir süre Babü’l-Mendeb üzerinden petrol sevkiyatını durdurduğunu açıkladı – bu karar hemen Avrupa piyasalarında endişe yarattı. Kızıldeniz yolunun kapanması, Süveyş’in de işlevsiz kalması demek olacağından, Mısır’dan gelen veya Avrupa’ya giden enerji akışı yine Ümit Burnu’na mecbur kalır. Bu nedenle Babü’l-Mendeb, özellikle Körfez ülkeleri ve Mısır için hayati önemde. Şu an bölgeyi denetlemek için uluslararası devriyeler mevcut (ABD ve müttefikleri deniz gücü bulunduruyor).

Limanlar ise enerji koridorlarının başlangıç ve bitiş noktaları olarak önem taşıyor. Yükleme limanları – örneğin Suudi Arabistan’daki Ras Tanura, Basra Körfezi’nin en büyük petrol ihracat terminalidir; günde 6-7 milyon varil kapasitesiyle dünyada tektir. Irak petrolü Basra’daki terminallerden, Kuveytinki Mina el-Ahmadi’den yüklenir. Rusya, Baltık’taki Primorsk ve Ust-Luga limanlarından Avrupa’ya petrol sevk ederken, Karadeniz’de Novorossiysk limanı Kazak ve Rus petrolünün çıkış kapısıdır. Hindistan ve Çin gibi büyük ithalatçılar, deniz kıyısına dev rafineriler kurarak ham petrolü orada işleyip dağıtır – Hindistan’daki Jamnagar ve Çin’deki Dalian bunun örnekleri. Rotterdam gibi dev Avrupa limanları, sadece yükleme değil aynı zamanda ticaret hub’ı olarak çalışır; petrol orada depolanır, tekrar yüklenir, finansal kontratlara konu olur.

Limanların bir başka kritik rolü de LNG terminalleri olarak ortaya çıktı. Katar, Avustralya, ABD gibi LNG ihracatçıları sıvı gazı dev tesislerde tankerlere yüklüyor; Avrupa ve Asya’daki alıcılar da kendi liman terminallerinde bunu tekrar gaza çeviriyor. Bu da yeni bir enerji koridoru ağı oluşturdu. Mesela Japonya’nın doğalgazının %40’ı tek başına Japonya’nın LNG terminallerinden giriyor – bu nedenle Pasifik’teki bir limanın kapanması ülkenin elektriğini riske atabilir.

Özetle, boğazlar, kanallar ve limanlar, enerji tedarik zincirinin kilit halkaları. Tarihte bu noktaların kontrolü uğruna savaşlar verildi; günümüzde ise herhangi birinin tıkanması anında fiyat tablolarına yansıyor, devletler acil önlemler planlıyor. “Enerji nakil koridoru” dediğimizde sadece boru hatları veya kablolar değil, aynı zamanda bu lojistik şişe boyunları da akla gelmeli. Bu yüzden güvenlik stratejileri, donanma konuşlanmaları, uluslararası anlaşmalar bu hassas noktaların etrafında şekilleniyor. Jeopolitik farkındalık sahibi bir gözlemci için, haritada bu noktaları izlemek “hmm demek böyleymiş” dedirtecek bir içgörü sunar: Enerjinin rotası, haritanın belirli noktalarında düğümlenir ve dünya, o düğümlerin çözülmemiş kalmaması için çabalar.

Alternatif Enerji ve Yeni Koridorlar – Geleceğin Enerji Haritası

21. yüzyılın ikinci çeyreğine girerken, yenilenebilir ve alternatif enerji kaynakları sahnenin merkezine yerleşiyor. Güneş ve rüzgâr çiftlikleri, elektrik iletim hatları, bataryalar ve hidrojen tesisleri yepyeni enerji koridorları ve merkezleri oluşturuyor. Bu dönüşüm, enerji jeopolitiğinin kurallarını da değiştirmeye aday. “Petrolün yerine ne geçecek?” sorusu kadar, “Yeni enerjinin arz zinciri kimin elinde olacak?” sorusu da ülkelerin stratejik hesaplarında önemli yer tutuyor.

Fosil yakıtlara olan bağımlılığı azaltma çabaları, küresel ısınmayla mücadele ve teknolojik ilerlemeler sayesinde yenilenebilir enerji kapasitesi dünya genelinde patlama yapmış durumda. Özellikle son on yılda, güneş panelleri ve rüzgâr türbinleri inanılmaz bir hızla yayılıyor. Bu alanda dikkat çeken ülke, Çin. Çin, bir zamanlar kömüre dayalı kirli enerjisiyle bilinirken bugün dünyanın yenilenebilir enerji devi haline geldi. Örneğin 2022 yılında Çin, tek başına tüm dünyanın geri kalanı kadar güneş enerjisi kapasitesi kurdu; 2023’te bunu ikiye katladı. Rüzgâr enerjisinde de benzer şekilde tek seferde dev adımlar atıyor. Bu sayede Çin, hem kendi ihtiyacını karşılayıp fosil yakıt ithalatını dizginlemeyi hem de bu teknolojilerin en büyük üreticisi olarak yeni bir ticaret koridoru kurmayı hedefliyor. Bugün dünya güneş paneli üretim kapasitesinin %80’inden fazlası Çin’de; rüzgâr türbini ve batarya üretiminde de lider. Bu tablo bize şunu söylüyor: “Yeni enerji düzeni” kurulurken lider olmak isteyen ülkeler, sadece kaynak zengini olmak zorunda değil, teknoloji ve imalat zengini de olmak zorunda.

Yenilenebilir enerjinin bir diğer yönü, elektrik iletim hatlarının öneminin artması. Güneş ve rüzgâr, her yerde eşit olmayan, dağıtık kaynaklar. Güneşin parladığı, rüzgârın estiği yerlerden elektriğin tüketim merkezlerine taşınması gerekiyor. Bu nedenle bugünün enerji koridorları arasında ultra yüksek gerilimli elektrik hatları da sayılabilir. Çin yine bu konuda çok atakta; binlerce kilometrelik iletim hatlarıyla ülkenin batısındaki çöl güneş tarlalarının elektriğini doğudaki megakentlere iletiyor. Avrupa, Kuzey Denizi’ndeki dev rüzgâr çiftliklerini kablolarla Almanya’ya, İngiltere’ye bağlıyor. Hatta kıtalararası projeler tartışılıyor: Kuzey Afrika çöllerinde üretilen güneş elektriğinin Akdeniz altından kablolarla Avrupa’ya taşınması (Desertec gibi projeler) gibi. Bunlar henüz tam anlamıyla gerçekleşmemiş olsa da üzerinde çalışılan fikirler. Enterkonnekte elektrik şebekeleri, geleceğin enerji koridorlarının elektrik boyutunu oluşturacak.

“Alternatif enerji merkezleri” derken bir de nükleer enerji ve hidrojen gibi konuları da unutmamalı. Nükleer enerji geleneksel bir kaynak sayılabilir, ancak küçük modüler reaktörler gibi yeni nesil teknolojilerle belki daha yaygın hale gelebilir. Hidrojen ise özellikle yeşil hidrojen (yenilenebilirden üretilen) formunda, fosil yakıtların yerine geçebilecek bir yakıt taşıyıcısı olarak görülüyor. Bugün Avrupa Birliği, 2030’larda hidrojen ithalatı için şimdiden Kuzey Afrika ve Orta Doğu’yla anlaşmalar yapma peşinde. Bu gerçekleşirse boru hatlarıyla hidrojen taşınması ya da amonyak tankerleriyle uzun mesafeli yakıt ticareti gündeme gelecek. Yani yarının enerji koridorları belki de “hidrojen boru hatları” ve “yeşil yakıt tankerleri” olacak.

Tabii alternatif enerji deyip geçmemek lazım, çünkü burada da ham madde jeopolitiği ortaya çıktı. Güneş paneli yapmak için nadir metaller, rüzgâr türbini ve elektrikli araçlar için nadir toprak elementleri, lityum, kobalt, nikel gibi mineraller gerekiyor. Bu malzemelerin tedarik zinciri adeta “yeni petrol” konusu. Örneğin lityumun büyük kısmı Avustralya ve Latin Amerika’dan geliyor, kobalt Kongo’dan çıkarılıyor, nadir toprak elementlerinin %80’i ise Çin tarafından işleniyor. Bundan 30 yıl önce Çin lideri Deng Xiaoping boşuna “Ortadoğu’nun petrolü varsa, Çin’in de nadir toprak elementleri var” dememişti. Bu söz bugün daha da anlam kazandı: Rüzgâr türbini mıknatıslarından cep telefonlarına kadar kritik yüzlerce teknolojide kullanılan bu elementler konusunda Çin küresel tekel durumunda. Batılı ülkeler şimdi bu tekele alternatif bulmak için maden arayışına girdiler, kendi tedarik koridorlarını yaratmaya çalışıyorlar. Örneğin ABD ve Avrupa, Avustralya ve Kanada ile maden anlaşmaları yapıyor, geri dönüşümü artırmaya çalışıyor. Bu da enerji kavramının genişleyerek “enerji-transition (dönüşüm) mineralleri” jeopolitiğine evrildiğini gösteriyor.

Ayrıca, enerji depolama da çok kritik hale geldi. Büyük batarya tesisleri, elektrik şebekelerinin yeni omurgaları olabilir. Bu bataryaların üretimi için lityum-ion teknolojisi bugün hakim; üretiminde yine belirli ülkeler (Çin, Güney Kore) önde. Batarya hammaddelerinin tedariki de alternatif enerji koridorlarının bir parçası.

Son olarak, ülkelerin enerji merkezi rolü değişiyor. 20. yüzyılda bir ülke petrolüyle doğalgazıyla merkez konumdaysa, 21. yüzyılda yenilenebilir altyapısıyla öne çıkabilir. Mesela İzlanda, jeotermal ve hidro ile fazla ürettiği elektriği alüminyum eritmede kullanıp ihraç ediyor; Norveç, elektrik ihtiyacının neredeyse tamamını yenilenebilirden karşılıyor ve fazla elektriği kablolarla diğer ülkelere satıyor. Orta Doğu ülkeleri bile petrol devri sonrasına hazırlanmak için kızgın çöllerine dev güneş tarlaları kurmaya, yeşil hidrojen üretip ihraç etmeye odaklanıyor. Suudi Arabistan NEOM projesiyle dev bir yeşil hidrojen tesisi planlıyor, Birleşik Arap Emirlikleri dünyanın en büyük güneş çiftliklerinden birini kurdu. Bu gelişmeler, gelecekte enerji koridorlarının çok daha çeşitli olacağına işaret ediyor: Bir yanda hala petrol/gaz akarken, diğer yanda elektriğin, hidrojenin, dijital enerji ticaretinin aktığı yeni hatlar, kablolar olacak.

Elbette fosil yakıtların ağırlığı hemen bitecek değil; enerji geçişi bir gecede olmuyor. Ama şurası kesin: Önümüzdeki 20-30 yılda, bugün bildiğimiz enerji ve tedarik koridorlarının haritası ciddi değişimlere uğrayacak. İklim politikaları, teknolojik yenilikler ve jeopolitik rekabet bu dönüşümü hızlandırıyor. Bu dönüşüm sürecinde, geçmişten aldığımız dersler önemli: Hangi ülke yeni dönemin kritik kaynağını kontrol ederse veya tedarik yollarında söz sahibi olursa, jeopolitik güç denkleminde öne geçecek. Bu yüzden devletler şimdiden pozisyon almış durumda – kimisi güneş paneli üretiyor, kimisi lityum madeni peşinde, kimisi rüzgâr tribünü kapasitesini büyütüyor. Sonuç olarak, küresel enerji koridorlarının tarihi, odun ve kömürle başlayıp petrol ve gazla olgunlaşan, bugün ise yenilenebilirlerle yeni bir sayfa açan dinamik bir hikâye. Bu hikâyeyi anlamak, dünyadaki pek çok “neden böyle oldu?” sorusuna ışık tutuyor. Enerji yollarının jeopolitik serüveni, insanlık tarihinin gizli motorlarından biri olageldi. Bu farkındalıkla haritaya tekrar baktığımızda, artık sadece coğrafi şekiller değil, enerjinin görünmez rotaları ve onların değiştirdiği kaderler de gözümüzün önüne seriliyor.

Kaynakça:

Dünya Ekonomik Forumu verileri

Britannica’daki deniz lojistiği makalesi

Radio Free Europe arşivlerindeki tarihi belgeler

Wikipedia’daki tarihçe bölümü

Hitler’in Kafkasya petrolüne yönelik meşhur sözü, savaş sonrası duruşma kayıtlarından aktarılmıştır.

ABD Dışişleri arşivleri

ABD Enerji Enformasyon İdaresi (EIA)

Süveyş Kanalı istatistikleri

Cato Enstitüsü’nün analizi

Yale E360 raporu

 

Husi Füzeleri

Husi Füzeleri

Yorum Bırakın

E-posta adresiniz yayınlanmayacak. Gerekli alanlar * ile işaretlenmişlerdir