İçinde bulunduğumuz dünyada, insanlığın geneli, bir çıkış, bir çözüm arayışı içindedir. Katliamlar, yerlerinden edilen milyonlar, açlık ve sefalet, zenginlerin şatafatlı hayatlarına karşılık, temel ihtiyaç maddelerine dahi ulaşamayan yığınlarca insan mevcuttur. Sadece Müslümanlar değil, gelinen bu noktadan aslında insanlık bir memnuniyetsizlik içinde bir çözüm, bir değişim, bir dönüşüm beklentisi içindedir.
Toplumlar bu noktaya sadece bugün gelmiş değil elbette. İnsanların karşılaştığı bu ve benzeri problemler insanlık tarihi kadar eskidir. İnsanı yaratan Allah (c.c) kulunu en iyi bilen olduğu için, insanın görüp görebileceği tüm problemlere, akla ve fıtrata uygun bir şekilde çözümler sunmuş, bu çözümleri, gönderdiği peygamberlerle insanlığa ulaştırmıştır. Toplumsal bozulmaların had safhaya ulaşıp, ilahi çözümlerin kaybolduğu zamanlarda Allah, yeniden peygamber göndermiş, bu durum son peygamber Hz. Muhammed (s.a.v.)’e kadar devam etmiştir.
Resul (s.a.v.)’in geldiği dönemde insanlık yolunu kaybetmiş, yaratılmışların en üstünü vasfına sahip olmaktan uzaklaşmıştı. O kadar ki; İslam literatüründe bu döneme cahiliye adı verilmiştir. Cahiliye döneminin temel özelliklerine bakıp günümüzle kıyasladığımıza ise iki dönem arasında büyük bir benzerliğin olduğunu fark ediyoruz.
Nitekim Resul (s.a.v.) dahil gelmiş geçmiş tüm peygamberler gönderildikleri toplumlar tarafından bir reaksiyon, bir itiraz ile karşılaşmışlardır. Alim ve yaşlı biri olan Resul (s.a.v.)’in zevcesi Hz. Hatice’nin amcası Varaka bin Nevfel bunu şöyle dile getiriyor: “ Evet, senin getirdiğin bu dava ve mesaj ile gelen herkes, her peygamber, düşmanlığa maruz kalmıştır. Şayet senin günlerine yetişirsem, sana elimden gelen yardımı yaparım” [1]
Ancak tüm bu reaksiyon ve itirazlara rağmen yaşanan bireysel, ailevi ve toplumsal sorunların çözümsüz kalması aklı başında olan insanları Resul (s.a.v.)’in çağrısını kabul etmeye yönlenirmiştir. Zira Resul (s.a.v.)’in gönderildiği Arap yarımadasıda ve dünyanın sair yerlerindeki büyük devletler, insanlığın içinde bulunduğu sorunlara çözüm sunacak kapasitede değildi. Bugün egemen rejimin yanlışlarını ortaya koyup ilahi çözümler için çalışanların Resul (s.a.v.)’in karşılaştığı reaksiyon ve itirazlarla karşılaşmaları gayet doğal bir durumdur.
Resul (s.a.v.)’in gönderildiği dönemdeki dünya devletlerinin durumu:
ÇİN: Konfiçyüs (Kung-Fu-Çö, M.Ö 551-479) döneminde sahip olduğu medeniyetin zirvesini yaşayan Çin, İslam’ın gönderildiği dönemde bir boşluk ve bir çöküntü içindedir. Vei, Vu ve Şu adını taşıyan üç hanedan döneminde kardeşler arası taht kavgaları yaşandığı gibi, Çin bir taraftan da Tatar ve Tibet istilalarıyla karşı karşıyaydı. Hicretten 5 yıl gibi kısa süre öncesine kadar Çin’de büyükiç karışıklıklar baş göstermişti.
HİNDİSTAN: Puta tapıcılığın ön plana çıktığı Hindistan da / Hindu Panteon mabetlerinde dört yüz milyon kadar put mevcuttu. Ayrıca saadet ve kurtuluşunun yegâne çaresi olarak dünya hayatını bir kenara atma olarak görülüyordu.Bu anlayış Hindistan’ın kendi bekası için bile tehdit unsuruydu. Budizm ile Brahmanizm arasındaki fikri mücadelenin yanı sıra Hindistan, peygamberimizin gelişinden hemen önce dahi, istilalar ve ülke içi harplerle boğuşmaktaydı.
TÜRKİSTAN VE MOĞOLİSTAN: Dünyanın dört bir tarafına yayılan göç dalgalarının yaşandığı bu bölgelerde, İslam’ın ortaya çıktığı miladi VII. Yüzyılda, kayda değer tarihi olaylar görülmemektedir. Hunlar, Tibet’i işgal edip batı Türkleriyle bir ittifak kurmuş olsalar da insanlığa hizmet anlayışına o dönemde pek rastlanmamaktaydı.
BİZANS İMPARATORLUĞU: Asırlardan beri bir yandan İran a karşı, diğer taraftan batıdan gelen barbarlara ve Slavlara karşı şiddetli ve daimi bir mücadelenin içindeydi. Resul (s.a.v.)’in gönderildiği sırada Pers İmparatorluğu savaş yoluyla Suriye ve Mısır’ı da içine alan en güzide topraklar Bizans’tan koparıp almıştı. Mekke halkının, Pers ve Bizans imparatorlukları ile ticari münasebetleri olsa bile, buralarda cereyan eden savaşlara karşı yapacakları bir şey yoktu.Nitekim inen vahi ayetleri İran’ın Bizans-Rum devletini yendiğini haber verilmiş ve Rumların yakın gelecekte tekrar galip geleceği belirtmişti. [2] Bizans İmparatorluğu dış dünyada savaşlarla boğuştuğu gibi, içeride de dini zulüm ve baskılar yüzünden perişan haldeydi. Hükümdarlarla aynı mezhebe tabi olmayan halklar bulundukları mezhebe inanmayan hükümdarın idaresi altında yaşamaktansa yabancı bir hakimiyeti tercih edecek hale gelmiş oldukları Bizans tarihçilerinin ittifak ettiği bir durumdur. İşte bu nedenlerden dolayı halk, Müslümanların gelişini baş tacı etmiştir.
İRAN: Araplara komşu olan İran, insanlık için büyük bir ümit vermemekteydi. Bizanslılar ve Türklerle mücadele şeklinde iki cephede savaş halindeydiler. Bununla birlikte ülkedeki Ruhi-manevi hayat, insanlığa bir şey vermekten uzaktı. Kendi halkı bile bozuk bir dini inanış ve yöneticilerin baskısı altında ezilmekteyken başka toplumlara verebileceği bir şey de yoktu.
HABEŞİSTAN: Sahip olduğu eski medeniyet sayesinde Habeşistan, Yemen’i, Arapların elinden almıştı. Peygamberimizin doğduğu yıllarda Ebrehe komutasında Yemen ‘den hareket edip Arabistan’ın kuzeyine doğru ilerlemek istemişler, ancak Kur an ı Kerim de belirtildiği ifade ile “özü yenmiş yaprak”[3] gibi oluvermişlerdir. İslam dininin yeni ortaya çıktığı dönemlerde Habeşistan’ın başkentinde ise, kardeş kavgaları görülmekteydi. Buraya sığınmış birkaç Müslüman mülteci, birçok kez bu iç karışıklıklardan endişeye düşmüşlerdi.
Özetle; İslam’dan önceki dünyanın her tarafında, ırk, renk, dil, bölge farklılıkları nedeniyle yaşanan savaşlar ile, halkın bir kısmı fakirlik içerisindeyken bir kısmı da şatafatlı bir hayat yaşıyordu. İnsanların bir kısmı dünyadan el etek çekmişken bir kısım insanların gözünü kin ve öldürme hırsı bürümüştü. Dolayısıyla bu iki kesimin de insanlığa verebileceği hiçbir şeyi yoktu.
Bu durum karşısında insanlık, bir istikamet, bir din ihtiyacındaydı ki, hem maddi hem ruhi alanda kendisine bir yol bir rehber olabilsin. İşte bu nedenle, Peygamberimizin getirdiği bu din ile tanışan aklı başında, atalarının dinine körü körüne bağlı olmayan ve konumunu kaybetme endişesi taşımayan insanlar bu dini baş tacı etmiş, insanlık için bir çözüm olması amacıyla diğer insanlara da canları pahasına taşımışlardır.
Günümüz dünyasına baktığımızda ise, değişen dünyada değişmeyen sorunlarla karşılaşıyoruz.
Atalarının hayata bakış açısına göre şekillenen hayatlar, isimleri Lat, Menat , Uzza olmasa da türevlerine yapılan kutsamalar, sadece kız çocuklarının değil kürtaj yolu ile kız erkek olduğuna bakılmadan kıyılan canlar!..Toplumsal hayat ise Mehmet Akif Ersoy un yaklaşık 100 yıl önce Bir Gece adlı şiirinde değindiği durumdan daha vahim bir hal almış durumda. Şöyle anlatıyor o dönemi:
Sırtlanları geçmişti beşer yırtıcılıkta
Dişsiz mi bir insan, onu kardeşleri yerdi.
İnsanoğlunun, yırtıcılıkta sırtlanları dahi geçtiği, insanlar arasındaki bağın sadece menfaat bağı olduğu günümüz dünyasında, sosyolojik, toplumsal, ahlaki, insani problemlere çözüm olabilecek bir otorite, bir devlet bulunmamakta. Günümüzdeki büyük! Devletlerin durumu, cahiliye dönemindeki büyük devletlerin durumundan çok da farklı değil:
ABD: Dünyanın jandarması rolüne bürünmüş ABD, iç ve dış birçok krizle mücadele etmeye çalışıyor. Tarihteki Roma ve Bizans’ın yaptığı gibi bir yandan küresel bir hegemonya peşinde koşarken, Irak, Afganistan ve Suriye’de büyük yıkımlara yol açtı. Bireysellik ve materyalizmin ön plana çıktığı ülkede, sokaklarda yaşayan insanların sayısı bir milyona yaklaşmış durumda. Milyarderler servetlerini büyütürken, milyonlarca insan, sağlık hizmetlerine ve temel yaşamsal ihtiyaçlara erişemiyor. Böyle bir ülkenin insanlığa çözüm sunması abesle iştigaldir.
AVRUPA BİRLİĞİ: Avrupa, geçmişte Hristiyan kimliği etrafında şekillenirken, bugün ciddi bir kimlik sorunu da yaşamakta. Tıpkı Bizans’ın mezhep çatışmaları ile parçalanması gibi Avrupa da göçmen krizleri, ekonomik eşitsizlikler ve aşırı sağ hareketler nedeni ile bölünmüş durumda. İnsan hakları konusunda öncü olduğunu iddia ederken mültecilere yönelik yaklaşımı gerçek yüzlerini ortaya koymakta.
ÇİN: Eskiden de olduğu gibi hala baskıcı yönetim anlayışına devam eden Çin, bölgesel güçlü bir devlet olma derdinde. Hızlı ekonomik büyümesine karşın büyük bir manevi ve ahlaki boşluk içerisinde. Kölelik benzeri çalışma koşuları ile kendi halkını ezen Çin’in küresel problemlere getirebileceği bir çözümü olmadığı gibi böyle bir mücadelesinde bulunmamaktadır.
RUSYA: Suriye’de yürüttüğü savaştan büyük maddi kayıplar yaşayan Rusya, yıllardır süren Ukrayna ile giriştiği savaşı da nihayete erdiremeyip ABD’nin küstah başkanı Trump’tan bir çözüm beklentisinde. Halkın büyük kesimi ekonomik zorluk çekerken yönetici elitler büyük servetler biriktiriyor. Kominizim ile de bir çözüm bulamamış Rusya halkının kendisi, manevi bir boşluk içerisinde iken insanlığın geneline suna bileceği bir çözüm yoktur.
Sonuç olarak; Cahiliye döneminde olduğu gibi, modern dünya da bugün büyük bir kriz içerisindedir. Bugün dünya adaletsizlik, savaşlar, ahlaki çöküntü ve insani değerlerin hiçe sayılması gibi büyük sorunlarla karşı karşıyadır. Kapitalist ve seküler sistemler toplumlara refah ve huzur vadetmiş, ancak aksine açlık, sefalet ve sömürü düzenini pekiştirmiştir. Tarihte olduğu gibi, güçlü devletler zayıf olanı ezerken, ekonomik ve askeri hegemonyalar insanları çaresiz bırakmıştır.
Allah’ın insanlığa gönderdiği din (İslam), nasıl ki cahiliye dönemindeki toplumu, içinde bulunduğu çöküşten çıkardıysa, bugün de insanlığı kalkındırabilecek en güçlü ve tek reçetedir. Ancak bu çözümlerin hayat bulması için, İslam’ın yalnızca bir inanç sistemi olarak değil, bir yönetim ve yaşam biçimi olarak da hayata geçirilmesi gerekir
İşte o otorite, sadece Müslümanları değil, tüm insanları adaletle yönetecek, İslam’ın bazı hükümlerini değil, tamamını tatbik edecek Raşidi Hilafet Devleti’dir. İnsanlık bu çözüme bugün, dünden daha yakındır.
“Ne zamanmış o?’ diyecekler. De ki; ‘yakın olsa gerek” (İsra: 51)
Recep YİĞİT